6 Ekim 2021 Çarşamba

GÖLGEYE ÖVGÜ Junichiro Tanizaki

Yayın Evi: Jaguar Kitap
Basım Yılı: Mart 2019
Sayfa Sayısı: 80

Tanizaki'nin sanat, mimari ve estetik anlayışına dair yazılarından oluşan Gölgeye Övgü'yü adeta bir Çay Kitâbı kadar hoş bulduğumu, okurken keyif aldığımı hatırlıyorum ama yeniden okumam lazım.

Saçakları güneş ışınları zar zor ulaştığı oturma odasının ötesine dek uzatıyoruz ya da bir veranda yaparak güneş ışığını yine uzakta tutuyoruz. Bahçeden gelen ışık ise şojilerden hafifçe içeri sokuluyor ve bizim için bir odayı güzel kılan işte bu dolaylı ışık. Hüzünlü, kırılgan, ölmekte olan güneş ışınları mutlak bir sükûnete dalsın diye duvarlarımızı soğuk renkli bırakıyoruz. Ardiye, mutfak, hol ve bunun gibi yerlerin duvarlarında parlak bir cila olabilir ancak oturma odasının duvarları hemen hemen her zaman ince kum dokulu kil olacaktır. Buradaki herhangi bir pırıltı, cılız ışığın yumuşak, kırılgan güzelliğini yok edecektir. Loş bir duvarın yüzeyine tırmanmış, kalan kısa ömürlerini orada geçirecek soluk ışınların narin parıltısının görüntüsünden keyif alıyoruz. Bu görüntüden hiç bıkmıyoruz, bizim için bu soluk parıltı ve bu loş gölgeler herhangi bir süsten çok daha görkemli. Parıltıyı bozmamak adına kum duvarları, tek bir nötr renkle boyuyoruz. Bu ton odadan odaya farklılık gösterebilir ancak bu fark çok küçük olacaktır; tonu değişmiş bir renk değildir bu, adeta sadece bakanın haletiruhiyesinde var olan bir farklılıktır. Ve duvarları rengindeki bu ince farklıklar sayesinde her odanın gölgesi kendine has bir renk alır. [sf 35]

Biz Doğulular, ücra yerlerde gölgeler oluşturur, oralarda güzelliği ararız. "Topladığın çalıları istiflediğinde olur sana bir kulübe; çekip ayırdığında karşında durur yine bir tarla." Bizim düşünme şeklimiz budur. Güzelliği şeyin kendisinde değil ama gölgelerin desenlerinde, ışık ve karanlıkta, birinin diğeri üzerine vurduğu yerde buluruz.
Fosforlu bir mücevher karanlıkta parıldayıp rengini gösterirken gün ışığında bütün güzelliğini yitirir. Eğer gölgeler olmasaydı güzellik de olmazdı. [sf 53]

Yaşlandıkça her şeyin geçmişte daha iyi olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Bir yüzyıl önceki yaşlılar iki yüzyıl geri gitmek isterlerken iki yüzyıl öncekiler de üç yüzyıl geri gitmek istiyorlardı. İnsanların memnun olduğu bir çağ olmadı.. [sf 69]

Japonların edebi stil konusundaki en eski ve yerleşik görüşlerinden birine göre çok bariz bir yapı yapaydır, çok düzgün bir izahat kalbin düşüncelerini tahrif eder, arayan aklın en doğru temsili basitçe 'fırçayı takip etmek'tir.* Bizim 'bilinç akışı' dediğimiz tekniğin aslında Japon edebiyatının antik tarihinde var olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Japon yazarlar özetleme ve sesletimin gücünden bihaber değillerdi. Daha ziyade belli konuların (duyguların kararsızlığı, aklın kısa sürede algılamaları gibi), zihinsel sürecin düzenlice paketlediği sonuçlarının değil de belirsizliğini taşıyan bir stilde aktarılmasının daha iyi olduğunu düşünüyorlardı. [sf 77] 

*Tsurezuregusa 'fırçayı takip et' anlamındaki, aklına geleni yazma eylemi. Edebiyat tarihinde deneme türünün atası kabul edilir. En önemli örneği Yoşida Kenko'nun aynı isimdeki eseridir.

Sanat bizim günlük hayatlarımızın bir parçası olarak yaşanmalı yoksa ondan vazgeçelim daha iyi. [sf ?]

UYKU Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap 
Basım Yılı: Şubat 2016
Sayfa Sayısı: 90

Görünürde sıkıcı, metaforlarını çözmeye başladığınızda hayranlık uyandıran bir hikaye olarak bahsedilen, Murakami'nin ilginç öykülerinden biri. 

Uyku, birdenbire uyuyamaz hale gelen fakat günler geçmesine rağmen bununla ilgili hiçbir sıkıntı hissetmeyen evli, çocuklu bir kadının hayatından bir kesiti anlatıyor. 

Yemek hazırlama sahneleri, tekdüze evlilik hayatı v.b. yanlarıyla bana biraz Zemberekkuşu'nun Güncesi'ni hatırlattı. 

Artık uyuyamaz hale geldiğim ilk geceyi çok net hatırlıyorum. O gece kötü bir rüya gördüm. Çok karanlık, insanın tenine yapışıp kalan bir rüya. Rüyanın içeriğine varana kadar anımsamıyorum. Hatırladığım, telimde bıraktığı uğursuz dokunuş hissiydi. Bir rüyanın en önemli yerinde uyandığım. Rüyanın içerisinde biraz daha kalacak olursam, geri dönmem mümkün olmayacağı tehlikeli noktada, gizli bir el tarafından geri çekilivermiş gibi, gözlerimi aniden açıverdim. Uyandıktan sonra bir süre sesli sesli soluk alıp verdim. Ellerim, ayaklarım uyuşmuş, doğru düzgün hareket etmiyordu. Bir süre kımıldamadan durdum. Sanki bir mağaranın boşuna asılı duruyor gibiydim. Yalnızca kendi soluklarım yankılandı durdu. [sf 25]

Acaba en son ne zaman bir kitabı baştan sona okuyabildim? Bir de, acaba hangi kitaptı okuduğum? Ne kadar düşündüysem de o son kitabın adı aklıma gelmedi. İnsanın yaşamı nasıl oluyor da böylesine değişip, tam tersi bir hal alabiliyor, dedim içimden. Bir zamanlar tutkuyla, durmaksızın kitap okuyan o eski ben nereye gitmişti acaba? O yılların, o anormal denebilecek şiddetteki tutkunun anlamı neydi benim için? [sf 40]

Koltuğa oturup, kaldığım yerden Anna Karenina’yı okumaya başladım. Tekrar okuyunca anladım ki belleğimde Anna Karenina'da anlatılanlarla ilgili neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Karakterleri, sahneleri, neredeyse hiç anımsamıyordum. Tamamen farklı bir kitap okuduğum hissine kapıldım. Ne tuhaf, dedim içimden. İlk okuduğumda çok etkilendiğimden şüphem yoktu, ama sonuçta, aklımda hiç yer etmemişti. Yaşamış olmam gereken duygulanımlar, içimi titreten, kabaran hisler belli ki tamamen silinip gitmişti. [sf 45]

Kocamın uykuya daldığından emin olunca, oturma odasındaki koltuğa oturup kitabımı açıyordum. İlk bir hafta boyunca Anna Karenina‘yı üst üste üç defa okudum. Tekrar tekrar okudukça yepyeni şeyler keşfediyordum. Bu dev roman çok farklı keşifler, çok farklı gizemlerle doluydu. İçiçe geçirilmiş kutular gibi, dünyanın içinde küçük başka bir dünya, o küçük dünyanın içinde daha da küçük dünyalar vardı. Dahası bu dünyalar birbirine geçmiş halde başlı başına bir evreni oluşturuyordu. Bu evren kadim zamanlardan beri oradaydı ve okurun keşfetmesini bekliyordu. Bir zamanlar ben, bu evrenin hepi topu küçük bir kırıntısını kavrayabilmiştim. Fakat artık, net olarak görüyor ve anlıyordum. Tolstoy adlı yazarın orada ne anlatmaya çalıştığını, okurların bu kitaptan ne kapmasını istediğini, vermeye çalıştığı mesajı nasıl da organik bir şekilde kristalleştirerek bir roman haline getirdiğini ve bu romandaki nelerin sonuçta yazarın ötesine geçtiğini… Artık görebiliyordum. [sf 70] 

Hangi istasyona ayarladıysam, hepsi can sıkıcı Japonca rock müzikler çalıyordu yalnızca. İnsanın dişlerin çürütecek kadar tatlı sözlerle dolu vıcık vıcık aşk şarkıları.[sf 84]

4 Ekim 2021 Pazartesi

DOĞUMGÜNÜ KIZI Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap 
Basım Yılı: Mayıs 2019
Sayfa Sayısı: 65

Yirminci doğumgününde vardiyasını değiştireceği kız hasta olduğu için restorandaki garsonluk işine devam etmek durumunda kalan genç bir kız, müdürün hergün yemek çıkardığı fakat o güne dek ondan başka kimsenin görmediği restoran sahibi ve gerçekleşeceğine inanılan bir doğumgünü dileği..

Doğumgünü Kızı'nın gizemli, masalsı bir havası var. Ve içerisinde şahane çiçek illüstrasyonları bulunuyor. Bu hikaye de ciltli fakat şömizsiz basılmıştı ki, hem muhafaza etmesi daha kolay hem de daha hoş görünüyor diye düşünüyorum. 

...yaşananların bir hayal olduğunu düşünüyorum bazen. Sanki bir şey olmuş ve ben gerçekte olmamış şeyleri olmuş gibi hayal etmişim gibi. [sf 53]

Yüksek sesle gülünce yüzündeki solgun gülümsemenin gölgesi de kayboluverdi. [sf 57]

FIRIN SALDIRISI Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Egmont
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 75

Bir kitapta toplanıp basılabilecek hikayelerin, tek tek ciltli ve illüstrasyonlu olarak yayınlanmasına tepki gösterenler olsa da Murakami'nin Uyku, Tuhaf Kütüphane, Fırın Saldırısı ve Doğumgünü Kızı hikayelerinin böyle özel basımlı hallerini okumanın keyifli olduğunu düşünüyorum. Bu hikayelerin içinde bulunduğu After the Quake, Elephant Vanishes gibi hikaye derlemeleri de bir gün tamamen çevrilip yayınlanır belki.

Kadın ayçörekleri ve hamur kızartmasına bakmaya devam ediyordu. Bir tuhaflık var. Hiç doğal durmadı. Ayçöreği ile hamur kızartması asla yan yana konmamalı, diye düşünüyordu sanki. İki ayrı ekmek türünün farklı ideolojisi olduğunu hissediyor gibiydi. [sf 15]

Bu tuhaf eksiklik duygusu - var olmamanın varoluşsal gerçeği- yüksek bir kulenin en tepesine çıkıldığında hissedilen, bedeni felç eden korku gibiydi. [sf 37]

Kül tablasının yanında altı adet açma halkası, denizkızından dökülmüş pullar gibi duruyordu. [sf 45]


1 Ekim 2021 Cuma

TUHAF KÜTÜPHANE Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap 
Basım Yılı: Aralık 2016
Sayfa Sayısı: 62

Kütüphaneye okuduğu kitapları teslim edip merak ettiği birkaç tanesini almak için giden genç bir çocuk, 107 numaralı odadaki yaşlı adam, bodrumdaki Koyun Adam, güzel bir genç kız ve sığırcık kuşu, deri ayakkabılar, tatlı çörekler, bilgiyle dolu lezzetli beyinler ve çocuğun onu endişeyle bekleyecek olan annesi.. 

Tuhaf Kütüphane, tadımlık, kısa bir hikaye. Sahilde Kafka ile Haşlanmış Harikalar Diyârı ve Dünyanın Sonu romanlarını anımsatan küçük bir kapsül gibi. İki romanı da hayli keyifle okumuştum. 

'Sen sesli konuşamıyor musun?' diye sordum kıza.
'Hayır, küçükken ses tellerimi tahrip ettiler.'
'Tahrip mi ettiler?' dedim hayretle. 'Kim yaptı bunu?'
Kız bu sorumu yanıtlamadı. Tatlı bir şekilde gülümsedi sadece. Öylesine neşe saçan bir gülümsemeyideki etrafımdaki havanın inceldiğini hissettim. [sf 30]

Labirentlerin zor yanı, seçtiğin yolun doğru olup olmadığını, sonuna kadar gitmeden bilememendir. Sonuna kadar ilerleyip de yolu karıştırdığını anladığında, geri dönüp baştan başlamak için çok geç olabilir. İşte labirentlerin sorunlu noktası da budur. [sf 52]

30 Eylül 2021 Perşembe

KÜÇÜK ŞEYLER Sâmipaşazâde Sezâi

Yayın Evi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Basım Yılı: Haziran 2019
Sayfa Sayısı: 72

'Dünyada bir zerre yoktur ki güzel yazılmak suretiyle önemli bir konu olarak kabul edilmesin. (…)

En ayrıntılı, en mükemmel kitaplarda bazı küçük şeyler eksiktir ki, o küçük şeylerin edebiyat açısından önemi pek büyüktür.' 

Mehmet Kaplan'ın Hikaye Tahlilleri'nde Sâmipaşazâde Sezâi'nin. Pandomima hikayesi ile karşılaştığımda hayrete düşmüştüm. Minik bir mücevher gibi zarif ve modern bir hikayeydi, son derece dokunaklıydı da. Anlamak, sevip benimsemenin önemli bir vesilesi olduğundan, hikayenin o derin ve güzel analizinin de bunda önemli bir payı olduğunu düşünüyorum. Fakat daha sonra yazarın başka bir hikayesini okumadım, Küçük Şeyler'e dek. 

Kitaptaki hikayeler: Bu Büyük Adam Kimdir?, Hiç, Kediler, İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır, Düğün, Bir Kitâbe-i Seng-i Mezar, Bir Mezartaşı Yazıtı, Arlezyalı, Pandomima.

Alphonse Daudet'in öyküsü Arlezyalı'yı kendi edebi duyarlılığına yakın bulduğu için çevirerek kitabına ekleyen Sâmipaşazâde Sezâi'nin hikayeleri arasında acı bir kaybın ardından yazdığı bir ağıt da bulunuyor. Küçük Şeyler'i günümüz diline döndürürken asıl metnin şiirsel üslûbuna kayıtsız kalamayarak bu ağıtın iki halini de yayınlamışlar, pek iyi olmuş. 

Hâlâ düşündükçe gözümün önüne gelir. Orada, o ağaçlıkta daha pek taze olan ağaçlardan birinin verem olduğunu gördüm. Bu ağaçlığın capcanlı ve ışıl ışıl olduğu baharda o ince, o küçük ağacın dalları, yaprakları sarkmış, kederli ve düşünceli bir halde duruyordu. Sonraları en hafif rüzgâra karşı titrer, damla damla akan gözyaşları gibi küçük küçük yaprakları yere dökülür oldu. Narin vücudu akşamların rutubetinden etkilenmeye, rengi ve kokusu sabahın şebnemlerinden solup uçmaya başladı. Daima semadan bir şey bekler gibi duran ve günden güne sararıp solan bu güzel ağacın haline bütün kainat içinde yalnız seher, her sabah birkaç damla gözyaşı dökerdi.

Bir zamanlar burada buluştukları halde artık kelebekler etrafında uçuşmamaya, kuşlar göğe değen başını teşrif etmemeye başladılar. Dokunaklı şey! Dallarında ne yeşil bir yaprak, etrafında ne beyaz bir kelebek, üzerinde ne bir kuş!… İşte bu halde kuruyup bitti.

Bununla beraber, bu koruda şairane fikirlere basamak olacak kadar, meşe gibi, şimşir gibi büyümesi devirlere muhtaç olan yüksek ağaçlar vardı. Bazen bir karatavuk ağaçlığın başından girip ıslık çalarak bu yeşil kubbenin altından hızla uçup geçerdi. Bazen gün batımı bu koruya aksedince ağaçların tepeleri parlak bir yeşil, ortaları uçuk pembe, kökleri mavi görünürdü. Bazen şafak bu koruya ışıktan bir pencere yapar, o pencereden uçup gelen bir kuş, kanatlarını bu yeni ortaya çıkan ışığa karşı sallayarak o esnada heyecanlanan kalbe, şüphelerin karanlığı arasında uzaktan uzağa hatırladığı bilmem hangi aydınlık âlemden dem vururdu. Bir bülbülün, parıldayan yıldızların ta ufuklara kadar dokunduğu bir gecede, siyah, nokta kadar küçük gözlerini semanın sonsuz laciverdine çevirerek icra ettiği nağmeleri, o yüksek ve ruhu besleyen sesi kalbimde yuva yaptığı için hala gözlerimi kapayıp dinlesem, bir harabeden yükselen hüzünlü bir feryat gibi kulaklarıma gelir; bazen benden uzaklaşarak, kâh coşup kâh ara vererek deruni bir sesle öterdi. O sesin uzaktan, gecenin sessizliği içinde şeffaf bir havuza damlayan su gibi damla damla ruhumun işini döküldüğünü hissetmiştim. O gece sabaha dek gözlerimi bir dakika bile yummadım. [sf 26-27]

28 Eylül 2021 Salı

KOŞMASAYDIM YAZAMAZDIM Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap 
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 171

Murakami'nin kurgu dışı, konuşur gibi yazdıklarını okumayı
 -maraton koşusuna hazırlanmak gibi hiç alakasız bir konudan bahsetse dahi- eğlenceli buluyorum. Hayatını böyle bir disipline sokmasının yazma konusundaki becerisine nasıl bir etkisi olduğunu anlatıyor. 

Roman yazmanın sağlıksız bir eylem olduğu doğrultusundaki kanıya, temelde katılmıyorum. Biz roman yazmaya çalıştığımızda, yani cümleleri kullanarak bir öyküyü ortaya çıkartmaya çalıştığımızda, insanlığın temelinde bulunan zehir gibi bir şeyi istemesek de çekip çıkarır, görünür kılarız. Yazarlar az çok zehire maruz kalır. Tehlikenin farkında olarak ustalıkla bu zehri etkisiz kılmak durumundadırlar. Bu zehir işin içine girmediği sürece, gerçek anlamda yazma eylemi ortaya konulamaz çünkü (tuhaf bir benzetmeyle söyleyecem, ama balon balığının zehirli kısmının aynı zamanda en lezzetli kısmı olmasıyla tıpatıp benzeyen bir durum galiba). Bunun, ne şekilde düşünürsek düşünelim, sağlıklı bir eylem olduğu söylenemez herhalde.

Kısacası sanatsal eylem; özünde, ortaya çıkış şekline bakıldığında, sağlıksız, antisosyal unsurları bünyesinde barındırır. Ben bunu rahatlıkla kabul edebilirim işte bu yüzden yazarlar (sanatçılar) arasında gerçek yaşantısında toplumu dışlayan, hatta asosyal tavırlar içerisine giren insanlar az değildir. Bunu da anlayabilirim. Aynı zamanda böylesi bir durumu da asla reddetmeye kalkmam.

Fakat düşünüyorum da, uzun süre profesyonel olarak roman yazmayı sürdürmeyi diliyorsak, içeride yatan böylesi tehlikeli (bazi durumlarda can alıcı da olabilir) o zehirli öze direnmek için kendimize ait bir bağışıklık sistemi oluşturmamız gerekir. Böylelikle daha güçlü ve doğru bir şekilde zehrin üstesinden gelebiliriz. Farklı bir deyişle, daha güçlü bir öykü ortaya çıkarır hale gelebiliriz. Sonra kendi bağışıklık sistemimizi oluşturup, uzun süre ayakta tutabilmek için az buz sayılamayacak bir enerji de gereklidir. Bir yerlerden o enerjiyi bulmak zorundayızdır. Hem kendi vücudumuzun gücü dışında bu enerjiyi başka nereden bulabiliriz ki?

Yanlış anlaşılmasını istemem, ama bu yöntemin bir yazar içine yegâne doğru yol olduğunu iddia ediyor değilim. Edebiyatta çok farklı türden anlatılar olduğu gibi, yazarlar arasında da farklı türden yazarlar vardır. (…)

Gerçekten sağlıksız olan şeylerle uğraşmak için insanlar mümkün olduğunca sağlıklı olmak zorundadır. Bu benim tezim. Yani sağlıksız bir ruh bile, yine sağlıklı bir vücuda gereksinim duyar. Bir paradoks gibi gelebilir. Fakat bu, profesyonel yazar olduktan sonra edindiğim, kendi bedensel deneyimlerimle hissettiğim bir durum. Sağlıklı ve sağlıksız dediğimiz, asla iki ayrı kutupta yer almaz. Birbirini zıddı şeyler de değillerdir. Bunlar birbirini tamamlar. (…)

Gençlik zamanlarında mükemmel, güzel, güçlü eserler yazan yazarların, bir yaşı geçince koyu bir çürümüşlük rengiyle sarmalandıkları olur. Edebi bezginlik ifadesini tam oturduğu kendine özgü bir çökkünlük yaşarlar. Yazdıkları şeyler, eskisi gibi güzel olabilir. Ayrıca bu bezginlikte de kendince bir tat olabilir. Fakat yazma enerjisinin düştüğü, kim bakarsa baksın, açıkça görülür. Acaba bu, sanatçının vücut gücünün, uğraştığı zehri etkisiz hale getiremeyecek kadar zayıflaması sonucu olamaz mı, diye tahmin yürütüyorum. O güne kadar söz konusu zehri doğallıkla nötrleştiren fiziksel güç, belirli bir zirveyi geçtikten sonra, artık panzehir etkisini gitgide kaybetmiştir. Hal böyle olunca o eskiden beri sürdürdüğü öznel üreticiliğini sürdürmesi zorlaşır. Hayal gücü ve bunu ayakta tutan bedensel güç dengesi bozulmuştur. Geriye, o zamana kadar geliştirdiği teknik ve yöntemleri ustaca kullanarak, son demleri yaşamaktan, eskiden arta kalanları kullanarak bir şekle şemale sokmaktan başka yol kalmamıştır. [sf 98-101]

Profesyonel olarak yazı yazan insanların çoğu gibi ben de bir şeyleri düşünürken aynı zamanda yazarım. Düşündüğüm şeyleri metne dökmek yerine, metni oluşturarak meseleleri düşünürüm. Yazma işlemi aracılığıyla düşüncelerimi şekillendiririm. Tekrar yazıp düzeltmek yoluyla düşüncelerimi derinleştiririm. [sf 119]

Parçalar tamamen yerine oturup da manzaranın bütünü görünür hale gelince, ancak işte o an ilk kez bağımsız parçaların işlevi anlaşılır. Gecenin sona erip gökyüzünün aydınlanmasıyla, o ana kadar sadece hayal meyal görülen evlerin çatılarının şekli ve renklerinin net bir şekilde ortaya çıkışı gibi. [sf 155]

Dünyadaki genel kanı açısından bakacak olursak, hiç de doğru düzgün bir yaşantı diyemeyiz herhalde. Tuhaf, acayip insan, denildiğinde bundan şikayetçi olamayız. Bu yüzden bağlılık hissi gibi ağır bir ifade kullanmasam bile, insanın içini ısıtan bir çeşit ortaklık duygusu bizim aramıza koşulsuz olarak, ilkbahar sonlarında dağların zirvesini bezeyen uçuk renkler gibi varlığını korur. [sf 157]

LEVÂYİH-İ HAYAT Fatma Aliye

Yayın Evi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Basım Yılı: Mart 2020
Sayfa Sayısı: 51

İş Bankası'nın Türk Edebiyatı Klasikleri serisiyle sevgi-nefret ilişkim var. Okurken, modern dile çevrildiği için kimbilir ne güzel kelimeleri kaçırıyorum diye huzursuz oluyorum. Çeviri hakikaten doğru bir kelime olabilir, bir eserin tercümesi ne olsa onun yerini tutmaz. 

Hanımlara Mahsus Gazete'de 1899-1900 yıllarında tefrika edilmiş bu roman kızkardeşler ve arkadaşlar arasında gidip gelen, evlilik, aşk, kadının aile ve toplumdaki yeri gibi konulardan bahseden mektuplardan oluşuyor. 

Fatma Aliye'nin Levâyih-i Hayat kitabının bu baskısını okuduktan sonra Turkuvaz Kitap'tan çıkan latin harfleriyle orijinal metni de edindim, içim rahat etti. Her sayfanın altına artık sık kullanılmayan kelimelerin mânâlarını da ekleyerek güzel bir iş çıkarmışlar.

Takdire layık bir kocanın kıymetini bilmemek ne kadar alçaklıksa, rezalet ve zevke dalıp, âlemin maskarası olacak hallerde bulunan değersiz ve itibarsız kimseleri sevmek de kendi gönlünü rezil etmekten başka nedir? Bence saygı layık olan, sevgiye layıktır. İnsan saygıyla yıkılacak şeyler ise rezillikler ve suçlar değildir.

Sen nasıl insan sevmek ve sevilmeksizin yaşayamaz diyorsan ben de bir insanı sevmek için ilk önce takdir edebilmek gerekir diyorum. [sf 29]

Orijinal:

Layık-ı takdir olan bir zevcin kıymetini bilmemek ne kadar denaet ise rezalet ve sefahatte puyan olup âlemin mucib-i hande ve istihzası olacak halette bulunan değersiz, itibarsız kimseleri sevmek de kendi gönlünü terzil etmekten başka nedir? Bence şayan-ı hürmet olan şayan-ı muhabbettir. İnsanı hürmete layık kılacak şeylerse rezail ve hatiat değildir.

Sen nasıl insan sevmek ve sevilmeksizin yaşayamaz diyorsan, ben de bir insanı sevmek için evvelce takdir edebilmek lazımdır diyorum. [Turkuvaz Kitap, sf 54-55]

16 Ağustos 2021 Pazartesi

BİR GENÇ KIZ YETİŞİYOR Betty Smith

Yayın Evi: Altın Kitaplar 
Basım Yılı: 2009
Sayfa Sayısı: 525

1943 yılında basılmış bu kitap, ilkgençliğimde Genç Kızlar romanı ile birlikte o kadar popülerdi ki, sahaflarda, kitapçılarda defalarca gördüğüm, bahsini duyduğum halde niçin okumamıştım, bilmiyorum. Aslında bulüğ çağında okunduğunda beğenilebilecek bir kitap olduğunu, 'O zamanlar okusaydım severdim.' diyeceğimi bilsem de bu eksiği gidermek istedim. 

Francie girip de kapıyı, kütüphanelerde yapılması geldiği üzere, usulcacık kapadıktan sonra çabucak, kütüphane memurunun yazı masasının ucunda duran ufak, sarıya çalar kahverengi vazoya baktı. Bu, mevsimi bildiren bir vazoydu. İçinde kışın bir iki dal it üzümü, Aralık sonunda da pırnal meşesi bulunuyordu. Francie vazoda kedi tırnağını gördüğü zaman, yerler karla örtülü olsa bile, baharın geldiğini anlardı. Ya bugün, 1912 yazının bu cumartesi gününde vazoda ne vardı? Bakışlarını yavaş yavaş vazodan ince yeşil saplara, küçük yuvarlak yapraklara kaldırdı ve Latin çiçeklerini gördü. Kırmızı, sarı altın rengi ve fildişi gibi beyaz. Bu nefis manzarayı görür görmez karnına bir ağrı saplandı. Bu bütün hayatınca anımsanacak bir olaydı.

Büyüdüğüm zaman, diye düşündü. Böyle kahverengi bir vazo alacağım ve Ağustos sıcağında içine Latin çiçekleri dolduracağım.

Elini cilalı masanın ucuna koydu. Bu masaya dokunmak hoşuna giderdi. Yeni açılmış kalemlerin düzgün dizisine, dört köşeli temiz, pembe kurutma kağıdına, kreme benzeyen zamkın şişkin beyaz kavanozuna ve düzgün kart yığınıyla, raflara konmak için bekleyen geri getirilmiş kitaplara baktı. Üstünde tarih damgası olan o ilginç kalem, kurutma kağıdının yanında tek başına duruyordu.

Evet, büyüyüp kendi evim olduğu zaman ne kadife koltuk isterim ne tül perde. Ne de kauçuk ağacı. Salonunda böyle bir yazı masası, beyaz duvarlar, her cumartesi akşamı temiz pembe bir deste kurutma kağıdı ile bir sıra uçları sivriltilmiş, parlak sarı kurşun kalem, içinde her gün bir çiçek ya da birkaç yaprak olan sarımtırak kahverengi bir vazo ve bir dolu kitap… kitap… kitap…[sf 36]

Mahalledeki dükkânlar bir kent çocuğunun yaşamında önemli yer tutar. Bu dükkânlar çocuğun yaşamın sürmesini sağlayan nesneler ile yüzyüze getirir. Bu dükkânlarda çocuk ruhunun özlediği güzellikler, yalnızca düşlerinde elde edebileceği erişilmez şeyler vardır.

Francie'nin belki de en çok sevdiği rehinci dükkânlarıydı. Ama demir parmaklıklı vitrinlerine serpilmiş hazinelerden ve yan kapılardan sessizce giren omzu şallı kadınların verdiği gölgeli serüven duygusundan dolayı değil de, dükkânın ta üstüne asılan ve güneşte ışıldayan rüzgâr estiği zaman, olgun, altın elmalar gibi ağır ağır sallanan üç tane, büyük altın renkli top yüzünden.

Rehincinin bir yanında bir çörekçi dükkânı vardı; alabilecek kadar parası olanlara, üzerlerindeki kremalara kırmızı kiraz şekerlemeleri konmuş pastalar satardı.

Diğer yanda Gollender'in boya dükkânı vardı. Vitrinde çatlağı göze batacak şekilde yapıştırılmış bir tabak asılıydı. Tabağın alt tarafında bir delik açılmış bu deliğe de ucunda ağır bir kaya parçası olan bir ip bağlanmıştı. Bu, Majör tutkalının ne denli sağlam olduğunu gösteriyordu. Bazıları tabak demirden yapılmış da, çatlak porselene benzetilerek boyanmış, derlerdi. Ama Francie, onun kırılmış ve tutkalın sağlamlığıyla yine bütünleşmiş gerçek bir tabak olduğuna inanmayı yeğ tutardı. (…)

Francie'nin en sevdiği dükkânlardan biri de çay, kahve ve baharatdan başka hiçbir hiçbir şey satmayan dükkândı. Bu dükkân sıra sıra cilalı kutular ve insanın aklına yabancı yerler getiren garip, romantik kokularla dolu, heyecan verici bir yerdi. Bir rafta, üstüne siyah çini mürekkebi ile serüven kokan kelimeler yazılmış on, oniki tane kahve kutusu vardı. Brezilya! Arjantin! Türk! Cava! Karışık! Çay daha küçük kutularda dururdu, kapakları eğik, güzel kutular. Bu kutuların üzerinde: Formoza, Çin, Badem Çiçeği, Yasemin, İrlanda Çayı, diye yazardı. Baharatlar, tezgahın arkasındaki minicik kutuların içindeydiler. İsimleri raf boyunca dizilip yürüyüşe çıkmış gibi görünürdü: kimyon, karanfil, tarçın, hint biberi, zencefil, karabiber, adaçayı, kekik, nane, hint cevizi. Alınan biberler her seferinde ufacık bir değirmende çekilirdi.

Elle çevrilen büyük bir kahve değirmeni vardı. Çekirdek kahve, parlak pirinçten bir huniye konur ve büyük tekerlek iki elle çevrilirdi. Güzel kokulu çekilmiş kahve arkadaki kepçe biçimindeki kırmızı kutuya dökülürdü.

Çay satan adamın nefis bir terazisi vardı: yirmibeş yılı aşkın bir zamandır her gün silinip parlatılmaktan artık iyice incelmiş olan, altın gibi parlak iki pirinç kefeyi Francie, biraz kahve veya karabiber aldığı zaman dikkatle izlerdi. Üstünde 'Ağırlık' yazan parlak gümüş renkli ağırlık, terazinin bir kefesine konur, alınan güzel kokulu madde de gümüş gibi parlayan bir kepçeyle alınarak hafifçe diğer kefeye boşaltılırdı. Kepçeye bir iki tane daha biber eklenir ya da yavaşça bir iki tane çıkartılırdı. Francie soluğunu tutardı. İki altın renkli kefe hareketsiz kalıp kusursuz bir denge sağladığı dakika çok güzel bir dakikaydı. İnsana eşyanın böylesine düzgün, böylesine dengeli olduğu bir dünyada yolsuz hiçbir şey olamazmış gibi gelirdi.

Francie için gizemli şeylerin en gizemlisi Çinli'nin tek pencere dükkânıydı. Çinli saç örgüsünü başına dolardı. Katie onun bunu, istediği zaman Çin’e dönebilsin diye yaptığını söylerdi. Örgüsünü bir kez kesti mi onun bir daha Çin'e dönmesine hiçbir zaman izin vermezlermiş. Çinli, siyah terlikli ayaklarını sürüye sürüye sessizce gider gelir ve gömlekler konusunda verilen önergeleri sabırla dinlerdi. Francie bir şey söylediği zaman Çinli ellerini uzun ceketini geniş kollarına sokar ve gözlerini yere indirirdi. Francie onun bilgili ve anlayışlı bir adam olduğunu, tüm dikkatiyle dinlediğini sanırdı. Ama Çinli pek az İngilizce bildiği için onun söylediklerinin hiçbirini anlamazdı. Bildiği bütün İngilizce 'Shortee' sözcüğünden ibaretti. (…)

En eğlenceli dakikalar, Çinlinin para bozması gerektiği zamanlardı. Üstüne mavi, kırmızı, sarı ve yeşil toplar geçirilmiş ince çubuklardan yapılma ufak, tahta bir hesap oyuncağı çıkarırdı. Topları çubuklar üstünde ileri geri iter ve bildirirdi. 'Oduz doguz sent.'. O minik minik toplar ona ne kadar para isteyeceğini, geriye kaç para vereceğini gösterirdi. Ah, bir Çinli olmak diye içinden geçirirdi Francie. Para hesaplamak için böyle güzel bir oyuncağı bulunmak, ah, garip fındıklardan canı istediğince yemek ve hiç sobanın üstünde durmadığı halde hep sıcak olan ütüdeki gizi bilmek. Ah, bileğin hızlı bir bükülüşüyle, küçücük bir fırçayla o kara şekilleri boyayabilmek ve bir kelebek kadar narin, duru, kara çizgiler çizmek! İşte bu Brooklyn'deki Doğu esrarıydı. [sf 156-160]

Bebeğin kar gibi yastığının üstünde bir iki ufacık kan lekesi görür gibi oldu, yüzündeki ince kan çizgisini, annesi kucaklasın diye açılan kollarını… Francie'nin yüreğinde bir acı dalgası kabardı ve geçtiği zaman Francie'yi kırık dökük bıraktı. Bir dalga daha geldi, yüregine çarptı ve çekildi. Francie evlerinin bodrumuna indi, en karanlık köşedeki bir çuval yığınının üstüne oturdu ve içindeki acı dalgaları kabarırken bekledi. Her dalga dağılır ve yeni bir tanesi toplanırken titriyordu. Oturduğu yerde kendisini sıkıyor ve dalgaların dinmesini bekliyordu. Dinmezlerse ölürdü artık… ölürdü. (…)

Yukarı; kendi katlarını çıktı ve aynaya baktı. Gözlerin altında karanlık gölgeler vardı ve başı ağrıyordu. Mutfaktaki eski muşamba kanepeye uzandı ve annesinin eve gelmesini bekledi. [sf 265]

Frankie gidip büyük pencerenin yanında durdu. Buradan, yirmi kat aşağıda akan East River'ı görebiliyordu. Bu ırmağı o pencereden son seyredişi olacaktı. Bütün 'son kez'lerde de, ölüm gibi, iç sızlatan bir şey vardır. Francie şimdi, bir daha hiç bu türlü görmemek üzere gördüğüm şey, diye düşündü Ah, son defasında insan her şeyi ne kadar açık görüyor, büyütücü bir ışık tutulmuş gibi. Sonra da, her gün gördüğü zamanlar buna daha sıkı sarılmadığı için yanıyordu.

Büyükannesi Marie Rommely ne demişti? 'Her zaman her şeye, ilk ya da son kez görüyormuşsunuz gibi bakın. İşte böylece yeryüzünde geçen vaktiniz güzel olur.' [sf 510]

1 Ağustos 2021 Pazar

RENGİN ÖLÜMÜ Sohrâb Sepehri

Yayın Evi: Demavend Yayınları
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 80

Sohrâb Sepehri'nin birkaç şiirini tercüme etmeye uğraştıktan  sonra, yazdıklarından daha fazlasını okumak istemiştim. Derin, hüzünlü, çok güzel bir lisânı var. Klasik İrân şiirinin ilhâmıyla modern şiire yaklaşan tavrını hissediyorsunuz mısrâlarda. 

Rengin Ölümü, şairin Sekiz Kitap derlemesinin ilk kitâbı imiş. Bu baskıda Farsça metinlerin olması da takdire şayan bir durum. 

 Duman Yükseliyor, Tan Ağartısı, Rengin Ölümü, Kuruntu, Zehir Şarkısı. 

Gecenin özünü emiyorum
Ve bedenin büyüsüne bulanmamış bir rengin peşinde
Bakışımla süzüyorum onun kül dolu gözünü


Yok oluşumun ardından, nice zamandır
Zehir döküyor damarlarıma bu insafsız büyü
O sütle karıştırmak için
Sonra düşüncesinin izini kaybetmesi için düşüncemin,
Yumuşak davranıyor bana.
Ama ne kadar gafil!
Ne kadar da verimsiz onun planları!
Her an gülüyor benim nabzım onun düşüncesine.
Yeşerdiğini bilmiyor ki
Verimli varlığımın onun zehir bataklığında, 
Ve yine bilmiyor zehrin içinde yıkadığımı
Her ağlayışın, her gülüşün bedenini,
Dirilir düşüncemin kurdu, zehrin ıslaklığında
Zehrin toprağında bitiyor, şiirimin acı bitkisi. [Zehir Şarkısı, sf 79]