31 Aralık 2012 Pazartesi

CİNAYETLER LİMANI _ Georges Simenon

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 1971
Sayfa Sayısı: 171

Cinayetler Limanı, Georges Simenon'dan okuduğum ikinci kitap ve onun meşhur dedektifi Maigret ile de tanıştım bu defa. 

Quistreham Limanı şefi, eski kaptan Yves Joris, Paris bulvarlarında amaçsız bir şekilde dolaşırken bulunur. Başında bir yara izi vardır ve hafızasını, konuşma yeteneğini kaybetmiştir. Komiser Maigret, Joris'i almaya gelen yardımcısı Julie ile beraber, adamın yaşadığı küçük liman kasabasına gider. Joris ertesi sabah zehirlenmiş olarak bulunduğunda, Maigret katili bulmak için elinden geleni yapacaktır..

Bella'nın Ölümü'nü ne denli zevkle okuduysam, bu kitabı da aynı ölçüde sıkılarak bitirdim. Maigret'in sıradan maceralarından birine mi denk geldim bilemiyorum ama kendisi gayet vasıfsız ve alelâde bir portre çiziyordu. Belki şâşâlı Poirot'cuğuma alışkın olduğum için bu kadar yadırgamış da olabilirim. Her halukarda bir baş karakterin keskin hatları olması gerek diye düşünüyorum.

Kurguya ve konuya gelince bu açıdan da pek ahım şahım değildi Cinayetler Limanı. Cinayet sebebi zayıftı, arkasında yatan hikaye kullanılmaktan eprimişti.

Simenon okumaya ancak Bella'nın Ölümü gibi derinlikli başka kitaplarını bulursam devam edebilirim. Maigret serisi ise şansını kaybetmiş gibi görünüyor.

Not: Polisiye Okumalarımızın son kitabıydı bu, benim için. Sevgili arkadaşım Deniz'e ve bu okumada bize eşlik eden diğer arkadaşlarımıza teşekkür ediyorum. Birlikte okumak çok hoştu. 

BELLA'NIN ÖLÜMÜ _ Georges Simenon

Yayın Evi: Metis Yayınları
Basım Yılı: 1993
Sayfa Sayısı: 132

Yağmurlu ama insanın içini dondurmayan bir Aralık akşamı, daha önce birkaç defa önünden geçip fotoğraflarını çekmekle yetindiğim sahaflara daha fazla karşı koyamayıp, Georges Simenon'un iki kitabını aldım. Metis Yayınlarının bu, ilk sayfası kapakta başlayan polisiyelerini çok şık buluyordum zaten. Roger Ackroyd Cinayeti'm de aynı seridendi.

Polisiye Okumaları'mız tam da bu kitapların üzerine denk geldi, onları da Christie'lere ekledim böylece.

Spencer Ashby, küçük bir Fransız kasabasında karısı Christine ile birlikte yaşayan bir öğretmendir. Bir süredir yanlarında kalan, bir aile dostlarının kızı Bella odasında öldürülmüş olarak bulunur. Bu olay Spencer ve Christine'in tüm ilişki dengelerini altüst eder..

Simenon'un psikolojiye önem verdiğini, kişisel ayrıntılar üzerinden bunu kitaplarına yansıttığını duymuştum. Bella'nın Ölümü'nün ilk birkaç sayfasını okur okumaz söylenenlerin doğru olduğunu görerek mutlu oldum. Spencer'ın bunalımları, Christine'in tozları halının altına süpüren hali hayli ilginçti. Karlı kır atmosferi de enteresan bir şekilde okumamızın ruhuna uygun düştü. Kitabı çok beğendim. Sadece Bella sığ bir karakter olarak kalmasaydı daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Bir çeşit kapalı kutu gibi. Ne hissettiği, ne düşündüğüne dair çok az done var romanın akışında. Spencer için ise bunun tam zıttı bir durum söz konusu. Her dakika ne yaşadığı anlatılıyor neredeyse.

Hafif muğlak bir son da bu kitaba gayet yakışmış. Gerçi son sayfayı okuyup bitirdiğinizde daha devamı varmış gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Bu kitabı okuyunca Metis Polisiye'lerin bir ortak noktası varmış gibi geldi bana. Diğerlerini okumadan emin olmak mümkün değil ama en azından Roger Ackroyd ve Bella'nın Ölümü açısından bir paralellik görülüyor.
 



NEDEN EVANS'A SORMADILAR? _ Agatha Christie

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 301

Uçurumun kenarında, köy doktoru ile golf oynayan rahibin oğlu Bobby, bir çığlık duyar. Sesi duyduğu yöne doğru gidince bir adamın yol kenarındaki uçurumdan aşağı düşmüş olduğunu farkederler. Yanına indiklerinde ölmek üzere olan adam son bir cümle mırıldanır: 'Neden Evans'a sormadılar?' 

Bobby birkaç gün sonra bir cinayet girişimiyle karşı karşıya kalır ve tanık olduğu ölümün bir kaza olup olmadığından şüphelenmeye başlar. Yakın arkadaşı Frankie ile o anlamsız gibi görünen cümlenin gizemi çözmeye karar verirler..

Neden Evans'a Sormadılar?, Christie'ler içinde fazlasıyla teknik olanlarından biri. Gayet düzenli, heyecanlı, tıkır tıkır ilerliyor. Tam bir macera-polisiye ancak en favorilerimden biri olduğunu söyleyemem. Agatha Christie'yi sadece iyi polisiye yazdığı için okuyor olsaydım, durum değişirdi tabii.

Esrarengiz Sanık'ta olduğu gibi yine yayın politikası sonucu birçok isme sahip bir Christie bu: Uçurumdan Aşağı, Evans Nerede, Esrarlı Kayalık, Evans'a Neden Sormadılar, Ceset Dedi ki.

Ceset Dedi ki, mantıki hatasına rağmen en ürpertici ve güzel ismiydi bence. Çok yakışıyordu. O haliyle birkaç defa okumuş ve sevmiş olduğumu hatırlıyorum.

ESRARENGİZ SANIK _ Agatha Christie

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 2010
Sayfa Sayısı: 288

Polisiye Okumaları'mız için seçtiğim iki yeni-tam basım Christie'den biri Esrarengiz Sanık'tı. Daha önce defalarca okuduğum ve çok sevdiğim bu kitap üzerine Poirot Haftası'nda uzun denilebilecek bir yazı yazmıştım.

Kitabın konusu ve ne düşündüğümle ilgili önceki yazıda yeterince ayrıntı var, fakat şunu ekleyebilirim ki, Esrarengiz Sanık'ı ilk okuduğumda, birkaç sayfanın ardından durup kitabı kapatmış ve bir süre heyecanımın geçmesini beklemiştim. Hani olağanüstü güzellikte bir şeyle karşılaştığınızda, kalbinizi sarsan o etkinin geçmesi için derin bir nefes almanız gerekir ya, öyle bir andı..

Agatha Christie'nin bu romanı çeviri ve isim açısından biraz şanssız diyebiliriz. Zehirli Miras, Ölüme Doğru, Koltuktaki Ölü, Morfin ve en nihayet Esrarengiz Sanık olarak yayınlanmış şimdiye kadar. Çeviri eksiklerine gelince Koltuktaki Ölü'nün 181 sayfa, Esrarengiz Sanık'ın ise 288 sayfa olduğunu söylersek sanırım durum daha net anlaşılır.

Koltuktaki Ölü, diğer yazıda da belirttiğim gibi benim en çok yakıştırdığım isim. Fakat Esrarengiz Sanık'ı da alıp okuduğuma çok memnunum, hem eksik sayfaları açısından, hem de orijinalinde bulunan elle yazılmış imzasız mektup, morfin etiketi parçası gibi yazı ve çizimleri bu basımda görmek çok hoşuma gitti. Ayrıca Onikinci Gece'den alınmış dizeler ilk sayfada aynen duruyordu. Çevirmen Çiğdem Öztekin'in de giderek Agatha Christie tarzına daha aşina olduğu görülüyor. İlk çevirilerindeki donuk ifadeler azalmaya başlamış ki Esrarengiz Sanık bu yönüyle de (önceki çeviriyi adeta ezberlemiş biri olan) beni hiç rahatsız etmedi.

Bu defa kitabı okuduktan sonra, daha fazla beklemeyip filmini de izledim. Elinor ve Peter, tam hayalimdeki gibiydi. Bilhassa Elizabeth Dermot Walsh'ın duygu geçişleri şahaneydi. Hunterbury Köşkü ve olayın geçtiği köyün tarihi dokusu, Poirot'nun soruşturmalarını gizlediği çay davetleri v.b. ayrıntılar da kitabın ruhuna uygun düşüyordu. Bazı Christie uyarlamalarında olduğu gibi büyük değişiklikler olmaması da mutluluk vericiydi bana göre. Kitabı okumamış birinin bile zevk alacağı, güzel, kaliteli bir filmdi diyebilirim.




22 Aralık 2012 Cumartesi

POLİSİYE OKUMALARI [22-31 Aralık 2012]

Yılın son günlerinde, sevgili arkadaşım Deniz'le soğuk ve karlı havalara yakışan bir
okuma yapmayı çok önceden planlamıştık. Vakit geldiğinde listemde Christie harici
polisiye romanlar da olduğundan bu defa daha genel okuyalım diye rica ettim,
kendisi de beni kırmadı :)

Etkinliğimizden haberdar olarak bize katılmayı arzu eden
KitapDelisiGizem ve İrem hanım da dahil oldular okumamıza.

Dört kişilik grubumuzla önümüzdeki hafta boyunca (istediğimiz kitapları seçerek)
sadece polisiye okuyoruz.

Benim kitaplarım:

Esrarengiz Sanık AGATHA CHRİSTİE
Neden Evans'a Sormadılar? AGATHA CHRİSTİE
Bella'nın Ölümü GEORGES SİMENON
Cinayetler Limanı GEORGES SİMENON

Not: Elinizde okunacak polisiye kitaplarınız varsa, bize katılmak isterseniz, blogunuzda
şu an okuduğunuza benzer bir başlangıç yazısı yayınlayabilir, kitaplar bittiğinde
yorumlarınızı paylaşabilirsiniz. Kapımız herkese açık.

***

Önceki okumalarımıza göz atmak için: 




21 Aralık 2012 Cuma

KABUK ADAM _ Aslı Erdoğan

Yayın Evi: Adam Yayınları
Basım Yılı:1998
Sayfa Sayısı: 143

Bazı kitapları okuyup bitirdikten sonra hakkında hiç bir şey söylemek gelmiyor içimden. Aşırı beğeniden nutkun tutulmasının aksine bir anlam ifade etmediğinde de söylenecek çok fazla şey olmuyor.

Karayiplere'e seminer-tatil amaçlı giden bir bilim-kadını, bir yerliye, hayatını deniz kabukları satarak kazanan Tony'e aşık olur.

Aslı Erdoğan'ın bu uzun hikayesinin verdiği his Şebnem İşigüzel için düşündüğümle aynıydı benim için. Çok hevesli, fazla 'bilgili' bir yazarın sıradışı olmaya çalışırken ütopik hale düşürdüğü olay örgüsü ve fantazyalar.. Öylesine yapay ki ne heyecanlandırıyor ne de lezzet veriyor okurken. Yine de Sarmaşık, Kabuk Adam'a kıyasla çok daha ilginç bir kitaptı.

Böyle kitaplarda gördüğüm yazma cesareti beni hayrete düşürüyor. Sonra etrafında yaygaralar koparmalar filan.. Çok enteresan.


9 Aralık 2012 Pazar

GÜLÜŞÜN VE UNUTUŞUN KİTABI _ Milan Kundera

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 2010
Sayfa Sayısı: 264

Yaşayan yazarlarla aramın pek iyi olduğunu söyleyemem ama Kundera'yı merak ediyordum ve bu kitabın ismi beni fena halde etkiliyordu. Okudum.

Yedi bölümden oluşan kitapta, yedi ayrı hikaye var. Aralarında bir bağ olduğu söyleniyor ama komünizm dışında bunun ne olduğu pek açık değil.

Kaçtığı ülkesine giderek ölmüş kocasına yazdığı mektupları alması için yeni bir sevgili edinen Tamina, paylaşımda sınır tanımayan evli bir çift, sevdiği kadın ve şiir toplantısı arasında kalan bir öğrenci, tiyatro ödevlerini yapmaya çalışan kızlar v.s..

Ya yazara olmadık bir kitabından başladım ya da hangisini okuduğum farketmezdi, bilmiyorum. Anlatım tarzını da, anlattıklarını da pek sevmedim.

İsimleri dillerden düşmeyen Gabriel Garcia Marquez ve Paul Auster'ı da aynen böyle bir hayalkırıklığına uğramaktan korktuğum için okumamıştım bugüne kadar. Milan Kundera'nın diğer kitapları için de 'ancak denk gelirsem göz atarım' diyebiliyorum bundan sonra.

Bu yazıyı okuyan, yazarı çok benimsemiş birileri varsa, onda ne gördüğünü, hangi yönüyle sevdiğini bana yazarsa çok sevinirim. Dediğim gibi belki de ilk okuma için bu, yanlış bir kitaptı.

Not: Arka kapakta Çek yazarın bu kitabı yazdıktan sonra vatandaşlıktan çıkarıldığı, iç tanıtım sayfasında ise bu kitabı yazmasıyla vatandaşlık haklarının geri verildiği yazıyor. Sanırım Can Yayınları'nın kafası karışmış. 

LANGELOT CASUSLARA KARŞI _ Teğmen X


Yayın Evi: Başkan Yayınları
Basım Yılı: ?
Sayfa Sayısı: 283

Çocukken bir kitabı sevdiğimde onu 5-6 defa okuyup ezber etmeden elimden bırakmazdım. Evimizin yakınındaki kütüphanede böyle (mecâzen) haşatını çıkardığım Fransız çocuk kitapları serisi vardı. Gece Gelen Ziyaretçi, Milyonluk Çanta, Portbagajdaki Kedi.. 

Langelot Casuslara Karşı yine böyle çok okuduğum, çizimlerini ve hikayesini sevdiğim kitaplardandı. Langelot'un 40 küsur kitaplık serisinin ilki olduğunu daha sonra öğrendiğim bu kitabı birkaç sene evvel sahaflarda görünce dayanamayıp almış, yiğenime hediye etmiştim. Geçenlerde yeniden okuyasım geldi, hoş birkaç saat geçirdik beraber. :)

 Bir Fransız profesörü'nün hazırladığı füze planlarını İngiliz ve İtalyan devletleri ele geçirmek istemektedir. Polis ve Fransız Casus Teşkilatı profesörü korumak amacıyla adamlarını gönderir. Polisten pek hoşlanmayan profesör,  FCT'nın genç ajanı Langelot'la birlikte güvenli bir bölgeye gitmeye razı olur, yanlarında kızı Choupette de vardır. Fransa'nın güneyine giderek ıssız bir villaya yerleşirler. Langelot, meslek hayatındaki ilk olayını sorunsuz atlatabilecek midir?

Açıkçası bir çok ayrıntısı (camdan gelen adam, havluyla kurulanan ayakkabılar, Villa Zakkum v.b.) aklımda yer etmiş olduğu için, onlarla karşılaşmak hoşuma gitti ama Langelot'u yeniden okumasam da olurdu. Çocuk kitapları okumaktan zevk alan biri olarak bu defa sıkıldım diyebilirim. Farklı ülkelerin casusları arasındaki kovalamacalar ve etik de biraz tuhaf geldi tabii. Çocuk kitabı da olsa bir yetişkin yazmıyor mu nihayetinde? 

Okunacak bunca kitap varken, bazılarını geçmişte bırakmakta fayda var diye düşünüyorum. Tabii casus hikayelerini çok seviyorsanız, o zaman başka.. 




BEYAZ GEMİ _ Cengiz Aytmatov


Yayın Evi: Elips Yayınları
Basım Yılı: 2007
Sayfa Sayısı: 144

Nesri de şairane yazan kalemleri seviyorum. Cengiz Aytmatov'un daha önce okuduğum kitapları gibi Beyaz Gemi'de de isminden itibaren başlayan saf, duru ve etkileyici bir anlatım var. Bir avuç insandan yola çıkarak öyle çok şey söylüyor ki..

Ormanlarla kaplı dağların çevrelediği San-Taş vadisinin üç haneli korucu yerleşkesinde dedesi Mümin ve üvey ninesiyle yaşayan bir çocuk vardır. Annesi ve babasının çok küçükken terk edip gittikleri çocuğu seven tek kişi dedesidir. Teyzesine çocukları olmadığı için hayatı zindan eden eniştesi Urazkul ile orman işçisi Seyit Ahmet'in ailesi komşu iki evde otururlar. 

Henüz okula başlamamış olan çocuk kendi dünyasında mutluluk veren küçük şeylerle avunur: dedesinin anlattığı masallar, şekillerinden dolayı Deve, Kurt, Eyer ve Tank adını verdiği kayalarıyla oynamak, dedesinin onun için minik bir havuz gibi çevirdiği dere kenarında yüzmek ve dağa çıkarak dürbünle uzaklara bakmak.. Dağdan baktığında kasabayı ve Issık Gölü görmektedir. Göl üzerinde bazen bir beyaz gemi görünüp kaybolur. Çocuk bu gemide babasının olduğunu ve bir gün yüzerek yanına gideceğini hayal eder. Fakat hayat, safiyâne hayallerinin çok uzağında cereyan etmektedir..

Kısa bir özetle anlatılamayacak kadar güzel bir kitap Beyaz Gemi. Yüzlerce incelikli ayrıntıdan örülmüş bir halk masalı gibi. Dedesinin acziyeti ve çocuğun inançlarını çerçeveleyen Urazkul'un zulmü, aydınlık bir düş gibi beliren gemi v.b. Aytmatov, tanıdık metaforları ustalıkla kullanırken, yapışkan bir duygu sömürüsüne girmeden, sade cümleleriyle okuyucusunu etkisi altına alıyor. Bu ince hacimli romanın okuruna sunduğu derin edebi nefesten mahrum kalmamanızı diliyorum.

8 Aralık 2012 Cumartesi

PALYAÇO _ Heinrich Böll

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı:  ?
Sayfa Sayısı: 261

Okurken merak uyandırıran bazı kitaplar var ki bittiği anda hayatınızdan çıkıp gidiyor. Ne bir cümle ne de bir olay anımsıyorsunuz sayfalarından. Palyaço böyle bir kitap, Gece Kütüphanesi'ne yazmak için elime alana kadar varlığını unuttuğum bir romandı benim için.

İlk bölüm 'Bonn'a vardığımda hava kararmıştı.' diye başlıyor. Bu cümle, edebiyat tarihinin en iyi 100 giriş cümlesinden biri seçilmiş. Daha sonra okuyacaklarımıza dair bir ipucu vermesine rağmen basitçe yazılmış bir ödev cümlesi gibi görünüyor. Bu tarz ayrıntılarda anlam bulmağa yol açan şeyin okuyucunun romanla kurduğu bağ olduğunu düşünüyorum. Tam tersi, içinizde bir yere dokunmamışsa, ne söylese boş.

Palyaço, sahneye çıkıp gösteri yaparak ekmeğini kazanan ve böyle bir meslek seçtiği için ailesi tarafından saygın olmamakla suçlanan bir adamın hikayesi. Sevdiği kadını, işini, dostlarını kendisinden bir bir uzaklaştırmasının, tüm yenilgilerinin toplamı.

Alman Edebiyatı'nın Nobel ödüllü yazarlarından Heinrich Böll, Goethe'nin edebi dehası ya da Herman Hesse'in derinliğinin yanına yaklaşamıyor. Diğer kitaplarını okumadan karar vermek doğru değilse de ismi etrafında oluşan halenin gerçeği yansıtmadığı kesin.

Not: Sahaflardan aldığım kitabın ilk sayfasında 27 Aralık 1973 yılında yazılmış bir not ve içinde kurutulmuş onlarca çiçek vardı. Hatta uzanarak okurken yüzüme düşerek ödümü koparttıklarını da söylemeliyim :)

Daha ben dünyaya gelmeden yıllar önce biri bu kitabı kendinden küçük birine hediye etmiş, o almış okumuş, içinde çiçekler saklamış filan. Garip şey.

HAYALETLİ KONAK _ Paul Gallico


Yayın Evi: Telos
Basım Yılı: 1999
Sayfa Sayısı: 257

Bayan Bu Çiçekler Size'yi o kadar sevdim ki, Paul Gallico'nun diğer kitaplarını da okumak istemiştim. Hayaletli Konak'a böyle bir hevesle başladım fakat benzer bir tadı yoktu maalesef.

Lord Paradine ve ailesine ait eski bir İngiliz konağında  bir takım tuhaf hadiseler meydana gelmektedir. Geceleri uzun koridorlarda dolaşan hayaletler, yemek masasında beliren tavşanlar, kendi kendine çalan müzik aletleri v.b. Anlam veremediği bu olaylardan bunalan Lord, çareyi ruh bilimci Alexander Hero'yu evine davet etmekte bulur. Alexander için, kendi yöntemleriyle olayları çözmek, konaktaki kadınların ilgisiyle kuşatılmaktan çok daha kolay olacaktır..

Kitabı okurken aynı isimde iki ayrı yazar varmış hissine kapıldım. Kırkı aşkın romanı bulunan Paul Gallico'nun Mrs. Harris üzerinden yansıttığı inceliğinden Hayaletli Konak nasibini alamamış.  Arka kapak yazısını okuduğunuzda vadettiği dünyaya hemen girme isteği uyandırsa da anlattıkları sığ bir kurgu-hayalet hikayesinden öteye gitmiyor.

Konakta kurulan hayali atmosferi yazarın elleriyle mahvettiğini söylemek yerinde olur. Mantığa ve bilime dayanma çabaları bu kitaba yakışmıyor. Eğer esrarengiz bir kitap yazıyorsan, bırakmalısın öyle kalsın. Ruhani veya mantıki açıklamaya ne gerek var ki?

Hayaletli Konak, ne ürpertici ne de merak uyandırıyor ama bu kitabın uğrattığı hayalkırıklığı Paul Gallico'ya devam etmemi engellemeyecek elbette. Sırada Thomasina ve İtilmişler var.




ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR _ Jerome David Salinger

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 198

Bazı kitaplardan o kadar çok bahsediliyor ki, okumazsanız çok şey kaçırıyormuş gibi hissediyorsunuz. Çavdar Tarlasında Çocuklar, diğer adıyla Gönülçelen benim için öyle bir kitaptı. Almadan önce ismi de kafa karıştırıcı bir unsur olarak karşıma çıkıyordu. Bu çevirisindeki adının hikaye içerisinde güzel bir açıklaması var ama Gönülçelen, kelime olarak çok hoş durmasına rağmen kitapla hiç bir bağlantı içermiyor.

Holden Caulfield, lise çağında yatılı okuyan bir delikanlıyken, okuldan atıldığını haber veren mektup ailesinin eline ulaşmadan önce etrafta biraz dolaşmaya karar verir. 

Çavdar Tarlasında Çocuklar, Holden'ın bu birkaç günlük yalnızlığında yaşadıklarını anlatıyor. Kısa süreli bir kaçış öyküsü de diyebiliriz.


Kitapla alakalı en beğenilen taraflardan biri samimiyetsiz bir dünyada içtenlikle kendini ifade eden genç bir erkek karaktere sahip olması. Yani dolaysız ve dürüstçe davrandığını söylüyorlar.

Bu son çeviride hafifletilmiş bir sokak jargonuyla konuşan Holden'ın başından geçenler açıkçası hiç ilgimi çekmedi. Baş karakterle kendini özdeşleştirebileceği bir konumda olan okuyucu için farklı bir değere sahip olabileceğini kabul ediyorum ancak kolay ilerleyen bir kitap olmasına karşın yeterli derinliğe sahip değildi. Sadece 'uçurumun kenarında durup çavdar tarlasında koşan çocukları düşmeden yakalama' fikrini sevdim. Hepsi bu.

1 Aralık 2012 Cumartesi

İNTİHAR DÜKKANI _ Jean Teule

Yayın Evi: Sel Yayıncılık
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 140

Fransız karikatürist Jean Teule'ın ince bir mizah anlayışıyla oluşturduğu İntihar Dükkanı, hayatından vazgeçmeye hazırlanan umutsuz insanlara yardımcı malzemeler sunan garip bir aile dükkanını tasvir ediyor.

Pesimist Madam ve Mösyü Tuvache'ın, çocukları Vincent ve Marilyn'le birlikte işlettikleri dükkanda, yağlı urgan, öldürücü zehirler v.b. envai çeşit intihar aletleri satılmakta. Ailenin küçük oğlu Alan ise dünyaya ilk gözlerini açtığı anda gülümseyerek onlardan ayrılıyor. Neşeli ve hayat dolu bir tavırlarıyla ailesini şaşkına çeviriyor, dükkanın ürünlerinde minik değişiklikler yaparak tüm kaygıları başarısız intiharları engellemek olan anne ve babasına oyunlar oynuyor. 
 
Çocuksu bir neşeyle yazılmış hissini veren İntihar Dükkanı, su gibi okunup giden, her ayrıntısı ayrı eğlenceli, çok hoş bir kitap. Hikayenin 2012 yapımı bir de animasyon filmi mevcut.

11 Ekim 2012 Perşembe

KIŞ BAHÇESİ _ Kristin Hannah

Yayın Evi: Pegasus Yayınları
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 510

Kış Bahçesi, çift katmanlı bir roman. Amerika ve Rusya'da geçen iki ayrı zaman dilimine ayrılmış kitap sanki farklı farklı kişiler tarafından yazılmış gibi enteresan bir duruma sahip.

Birbirlerine zıt mizaca sahip iki kızkardeşten Meredith, evlenip babasının işini devralmış, Nina ise dünyayı gezerek muhabirlik yapan ünlü bir fotoğrafçı olmuştur. Babaları Evan'ın kalp krizi geçirip ölmesi üzerine bir araya gelen kızlar, çocukluklarından beri onlara mesafeli davranan anneleri ile başbaşa kalırlar. Anya, Evan'ın vasiyeti üzerine bir çocukluk masalını yeniden, bu defa tam olarak anlatmak zorundadır. Bu gerçek masal, aralarındaki ilişkinin buzlarını çözmeye yardım edecek midir?

Romanı, salt ismi ve kapağının güzelliği yüzünden almıştım. Beğenmediğimi söyleyemem ama Anya'nın hikayesi yani eski Rusya'da geçen zamanlar ne kadar duygu yüklü ve derinse, şimdiki zamanın hikayesi bir o kadar yavan geldi bana. O italik masal bölümleri çıkarılıp toplansa çok daha nefis bir kitap olacağına kanîyim.

Kitabı okurken iyi zaman geçirdim, devamını merak ettim, 500 küsur sayfa çabucak geçti ama bir başka Kristin Hannah okur muyum? Hayır.

ARADAKİ SİLAH _ Henry Kane

Yayın Evi: Varlık Yayınları
Basım Yılı: 1964
Sayfa Sayısı: 149

Ellery Queen serisinin bir kitabıymış gibi görünen Aradaki Silah, esasen Henry Kane'e ait bir polisiye roman. Dönemin 'popüler isim altında diğerlerini satma' amacıyla basılmış olduğu anlaşılıyor.

Doktor Harry Brown, çok zengin bir hastasının karısıyla ilişki yaşamaktadır. Kurt Gresham adındaki bu adam Harry'e büyük meblağlar teklif ederek, tamamen kendisi için çalışmasını ister. Kirli işler çeviren Kurt'a karşı koyamayan Harry, bir taraftan kendisinden kocasını öldürmesini isteyen Karen'la uğraşmak zorundadır. 

Henry Kane'in romanı klişe bir hikaye üzerinden ilerliyor. Okuma zevki veren herhangi bir artısı olduğunu söylemek mümkün değil.

Gerçek ve güzel Ellery Queen kitaplarıyla tanışmak için Mor İzler ve Siyamlı İkizler'i okuyabilirsiniz.

SİYAMLI İKİZLER _ Ellery Queen

Yayın Evi: Hayat Yayınları
Sayfa Sayısı: 159
Basım Yılı: 1965

Mor İzler'i okuduğumda ayrıntılarıyla memnun edecek bir polisiye serisiyle daha tanıştığımı düşünmüştüm. Siyamlı İkizler de bunu doğrular nitalikteydi. 

Ellery Queen, Amerikalı kuzenler Frederic Dannay ve Manfred Bennington Lee'nin bir gazetenin roman yarışması için oluşturdukları hayali bir dedektif-yazar. Babası Müfettiş Quenn ile birlikte gizemli cinayetlerin esrârını çözüyorlar.

Dedektif, babasıyla birlikte bir dağ yolundan geçerken çevredeki ormanlara hızla yayılan bir yangın yollarını keser. Geri dönmek istediklerinde o yönü de alevlerin sardığını görerek tepeye tırmanmak zorunda kalırlar. Yolun sonunda bir düzlük ve üzerinde sadece bir ev vardır. Ev sahibi doktor Xavier'in konukseverliğiyle Ellery ve Müfettiş geceyi orada geçirirler. Ertesi sabah çevredeki yangın daha da büyür ve doktorun öldürülmesiyle durum içinden çıkılmaz bir hâl alır. Polis de dahil kimsenin ulaşamadığı malikanede, Ellery ve babası cinayeti soruşturmaya başlar..

Su yerine alevlerle çevrili bir ada atmosferinde, yavaş yavaş dozu artırılan panik hali çok iyi yansıtılmış kitapta. Okurken o boğucu duyguyu evde kalan karakterlerle birlikte yaşıyor gibi oluyorsunuz.Ellery Queen'in delişmen tavırları, babasının sakinliğiyle güzel bir tezat oluşturuyor. Yapışık ikizler ve iskambil kağıtlarından ipuçları da hoş ayrıntılar arasında.

Siyamlı İkizler, keyifle okunan iyi bir polisiye roman diyebilirim.

27 Eylül 2012 Perşembe

BİR GARİP AŞK ÖYKÜSÜ _ Carl-Johan Vallgren

Yayın Evi: Metis Yayınları
Basım Yılı: 2006
Sayfa Sayısı: 309

Bir süredir peşpeşe okuduğum yeni yazar ve kitapları beğenirken, sıra bu kitaba geldiğinde kararsız kaldım. Konusu, daha doğrusu baş karakteri hakikaten ilginç fakat, biçimlenişi ve olay örgüsünde öyle çok tanıdık tad var ki romanı kendine has bir özellik kazanmaktan alıkoyuyor.

1800'lerde, Prusya Krallığı'nda bir genelevde bedensel ve ruhsal olarak tuhaf bir çocuk doğar. Sağır-dilsiz olan Hercule'ün insanların düşüncelerini okuma ve isterse onları şekillendirebilme gibi bir yeteneği vardır. Hercule kendisiyle aynı gün, aynı genelevde doğan güzel Henrietta ile birlikte büyür ve aralarında derin bir sevgi bağı oluşur. Sevdiği kızı, içinde yaşadıkları evdeki olası kaderinden korumak isteyen bu garip çocuğun başına olmadık belalar açılacak, zihin okuma yeteneği sebebiyle ölümle defalarca burun buruna gelecektir.. 

Bir Garip Aşk Öyküsü, Hercule'ün yeteneğinden doğduğu yerin fenalığına, biçimsel ürkütücülüğünden papazlarla ilişkilerine kadar fena halde Patrick Suskind'in Koku romanını anımsatıyor. Jean Baptiste Grenouille gibi istenmeyen bir çocuk, bir cüce bu romanın da baş karakteri. Grenouille'in etkisi ürettiği kokulardayken, Hercule düşüncelerine girerek insanları kontrol altına alıp istediği gibi yönlendirebiliyor. İkisi de değişik sebeplerle de olsa elini kana buluyor. Ayrıntılar farklı fakat temelde anlatılan hikayenin çok benzer bir çizgide ilerlediğini söylemek mümkün.

Koku'da etkileyici olan şey; yazarın zihninde oluşturduğu hayli sıradışı bir hayatın öyküsünü iyi bir edebi dille, baştan sona satır satır heyecanı kaybetmeden anlatabilmesiydi. Bir Garip Aşk Öyküsü'nde ise kurgu aşamasının başlangıç noktası 'Nasıl ilginç hale getirebilirim?' sorusu gibi geliyor insana. Şekilsel bozukluğu olan bir yaratık olsun, olabilecek en fena yerlerden birinde doğsun, Güzel ve Çirkin masalındaki gibi bir sevgiliyi, tam zıttını da karşısına yerleştirince tamamdır. Maalesef böyle özentiler, yazılan romanın özgünlüğünü yitirmesine ve konu ne kadar ilginç olursa olsun okuyucunun sıkılmasına yol açıyor.

Kitapta sadece 149. sayfanın altını çizdim, zîrâ uzun bir paragrafta Hercule'ün edebi zevkini derinleştirmek için hangi yazarları nasıl bir etkiyle okuduğunu anlatıyordu. Hepsi bu.

26 Eylül 2012 Çarşamba

ACI ÇİKOLATA _ Laura Esquivel

Yayın Evi: Can Yayınları
BasımYılı: Ağustos 2011
Sayfa Sayısı: 221

Sahilde Kafka'nın ardından methini çok duyduğum Acı Çikolata da beni hayalkırıklığına uğratmadı. Tabii peşpeşe okuyunca birinin ağırlığından diğerinin havailiğine geçmek biraz tuhaf oldu, o ani hızlanmaya bir süre alışamadım ama güzeldi.

Laura Esquivel'in masalsı roman karakteri Tita, mutfakta dünyaya gelmiş ve büyümüş, yemek yapmaktan büyük zevk duyan bir kadın. Üç kızkardeşin en küçüğü olarak, annesine bakmakla hükümlü olduğu için hiç bir zaman sevgilisi Pedro'yla evlenmesi mümkün görünmüyor. Annesi Elena bu anlamsız töreyi öne sürerek, kızını istemeye gelen genç adamı reddedince, Pedro Tita'ya yakın olabilmek için ablasıyla evleniyor ve genç kız için aynı çatı altında zor günler başlıyor.. 

Romanın en hoş taraflarından biri mecazların ete kemiğe bürünmesi diyebilirim. Mesela Tita ağladığında gözyaşlarının şelale gibi merdivenlerden akması, yemeklere kattığı duygu ve düşünceleri, gerçeküstü ama hikaye akışına çok güzel uyan ve okuyucuyu eğlendiren olaylar..

Acı Çikolata'nın tamamını düşündüğümde ise en sevdiğim yerin Tita'nın tüm gece boyunca tığ ile ördüğü yatak örtüsünün bahsi olduğunu söyleyebilirim. Elbette yemek bölümleri de hayli tutkulu, zengin duygularla yoğrulmuştu ama bu konuya özel ilgisi olanları daha bir sarıp sarmalayacağı muhakkak. Okurken sembolik özdeşleşme ayrı bir güzellik katar diye düşünüyorum. Bu benim, içinde kütüphane ve kitaplardan bahsedilen romanlara duyduğuma benzer bir yakınlık olurdu.

Kâh gülümseyerek, kâh hüzünlenerek okuduğum, tam tadında-kıvamında bir kitap Laura Esquivel'in bu romanı. Daha ziyâde gotik-fantastik türüne yakın Angela Carter'ın o çok beğendiğim büyülü gerçekçi hikayeleri gibi, 'saçmalık' boyutuna varmadan, kendi içinde tutarlılığı olan böyle kitapları seviyorum.

Okunacak bir sürü kitabın arasından göz kırparak öne çıktığı için çok memnun oldum. Acı Çikolata bir şekilde okuma listenize girerse hiç ertelemeyin derim.

Daha önce aldığı haberin böylece doğrulandığını duyan Tita, birdenbire tüm vücudunu kışın sardığını ve soğuğun bir kırbaç gibi vücuduna çarptığını hissetti. Bu, öyle kasıp kavurucu ve kuru bir soğuktu ki, yanakları alev alev yandı ve önünde duran elmalar gibi kızardı, kıpkırmızı kesildi. (sf 24)

Bağrında kara bir delik açılmıştı sanki ve sonu gelmez bir ayaz doluyordu içine. (sf 25)

Tita için hiçbir dert, nefis bir Noel tortası'na karşı direnemezdi. Ama bu kez öyle olmadı. Tam tersine, Tita'nın içini bir bulantı hissi kapladı. (sf 28)

25 Eylül 2012 Salı

SAHİLDE KAFKA _ Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: 2010
Sayfa Sayısı: 651

'Sahilde Kafka, bir istisna..'

Bu kitaplarının büyük çoğunluğunun etrafında bir kaşık suda koparılmaya çalışılan fırtınalar olduğu bârizken, çoksatmış romanlara karşı önyargı oluşmaması mümkün değil. Ama Sahilde Kafka'nın ilk 10-15 sayfasını okuduğumda öyle bir edebi lezzet hissettim ki, onun bir istisna olduğunu düşündürdü bana. Şimdi son sayfayı kapamışken aynı şeyi tekrar söylüyorum.

Kendine verdiği adla Kafka Tamura, babasının evindeki yalnız ve mutsuz hayatından kaçmayı uzun zamandır planlamaktadır. Onbeş yaşına geldiğinde aklına koyduğunu yapar ve başka bir şehre giderek bir otele yerleşir. Günlerini yakındaki bir özel kütüphanede okuyarak geçirmeye başlar. Komura Kütüphanesi'nin danışma görevlisi Oşima ve müdire Saeki de Kafka'nın yeni hayatını kurmasına yardım edecektir..

Bu kadar uzun bir kitap yazıp, başından sonuna zevkle okunmasını sağlayabilmek büyük bir başarı diye düşünüyorum. Buna sebep olan, romanın felsefi-kültürel derinliği ve ilginç-fantastik karakterleri elbette.

Haruki Murakami'nin anlatımı, Yasunari Kavabata ve Yukio Mişima'nın naif romanlarından sonra hayli modern ve akılcı göründü gözüme. Bir kitaptaki satırları bu kadar çok çizmeyeli uzun zaman olmuştu.

Sahilde Kafka'nın popülerliğine aldırmamak gerek.Tüm övgüleri hakediyor. Murakami'nin diğer kitaplarını da muhakkak okumak istiyorum.


'O fırtınanın içinden geçtikten sonra, fırtınanın içine ayak attığındaki kişi olmayacaksın artık, aynı kişi olmayacaksın.' [sf 11]

'Bir tür tamamlanmamışlık barındıran eserler, o tamamlanmamışlıklarından ötürü güçlü bir cazibeye sahip olurlar.'  
[sf 154]

'Hayal gücünden korkuyorsun. O yüzden rüyalardan da korkuyorsun. Rüya sırasında başlayacak sorumluluklardan çekiniyorsun. Ancak uykusuz kalamazsın ve uyuduğun anda da rüyalar başlar. Uyanıkken hayal gücünü bir şekilde bastırabilirsin. Ama rüyaları bastırabilmen mümkün olmaz.' [sf 194]

Yanlışı kendiliğinden kabul edebilme cesaretin varsa, geri dönebilirsin. Fakat hayal gücünden yoksun, sığ ve hoşgörüsüz bir yaşam, parazitlerinkinden farksızdır. [sf 256]

'Havada uçan bir kelebeği kanadından usulca yakalar gibi, sanki bir rüyadaki sözcükleri yakalar gibi. Sanatçı dediğin, muğlaklığın üstesinden gelebilen insandır. [sf 340]

'Kısacası, âşık olmak böyle bir şeydir işte, Kafka Tamura. Nefesin kesilecek kadar kendini iyi hisseden de, derin bir karanlıkla boğuşan da sen olursun. Vücudun ve ruhunla, buna dayanman gerekir.  [sf 488]


görsel:  Pham Thu Thuy

24 Eylül 2012 Pazartesi

DALGALARIN SESİ _ Yukio Mişima

Yayın Evi: Hürriyet Yayınları
Basım Yılı: 1972
Sayfa Sayısı: 178

Yukio Mişima'nın Uta-Jima Adası'ndaki küçük bir balıkçı köyünde geçen dokunaklı bir aşk hikayesini anlattığı Dalgaların Sesi, çağdaşı yazar Kavabata'nın şehir romanlarından sonra hayli değişik ve güzel geldi bana.

Shinji, annesi ve küçük kardeşi ile yaşayan fakir bir balıkçı delikanlıdır. Bir sabah sahildeki sandalları suya iten balıkçılar arasında daha önce hiç görmediği kadar güzel bir kızla karşılaşır. Köyün ileri gelenlerinden birinin kızı olan Hatsue başka bir adada büyümüş ve denizden ekmeğini çıkarmayı orada öğrenmiştir. Birbirlerine görür görmez vurulan Shinji ve Hatsue, aralarındaki aşılmaz gibi görünen engellerin üstesinden gelebilecek midir?

'Bu bir roman değil, insan ilişkileri denen hazineleri bize bağışlayan yüce bir eserdir.' diye saf bir şekilde tanımlanıyor kitap, arka kapak yazısında. Sanırım Japon Edebiyatı'nda en hoşuma giden şeylerden biri de bu kavramlardan bahis açılması. Kötülük başgösterdiğinde vicdanının sesini bastırmayan karakterler, bir çeşit ahlak ve terbiye anlayışı, belirli sınırlar dahilinde yaşananlar..

Dalgaların Sesi'nde Mişima sadece iki gencin hikayesini anlatmıyor elbette. O küçük sahil köyünde, sünger avcılığı yapan kadınlar, balığa açılan erkekler, köy gençlerinin gece eğlenceleri v.s. çok canlı, çok gerçekçi bir hayat var. Shinji'nin ne hissedip düşündüğünü anlatırken de aynı net bakış açısını görmek mümkün. Yani delikanlının ufuk ölçüsü dışına çıkılmıyor.

Kitap için; elimden bırakmak zorunda kaldığımda devam etmeyi sabırsızlıkla beklediğim bir romandı diyebilirim. Duru ve akıcı bir anlatıma sahipti.

Yukio Mişima'nın diğer kitaplarını da okumak niyetindeyim.

23 Eylül 2012 Pazar

BİN BEYAZ TURNA _ Yasunari Kavabata

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 1969
Sayfa Sayısı: 123

Bereketli Kiraz Çiçekleri kitabımın içinden çıkan üçüncü kitap Bin Beyaz Turna, Kavabata'nın Nobel ödülü almış romanlarından biri. 

Bir çay törenine katılmak üzere babasının eski arkadaşlarından Chikako Kurimoto'nun evine giden Kikuji, orada Chikako'nun onu evlendirmek istediği genç bir kızla tanışır. Son derece güzel bir kız olan İnamura, elinde beyaz turnalarla süslü pembe ipekten küçük bir mendil tutmaktadır. 

Kikuji, aynı toplantıda babasının eski metresi Bayan Oota ve kızı Fumiko'yu da görür. Ev sahibesi Chikako'nun tüm uzaklaştırma çabalarına rağmen Bayan Oota'yla konuşmak için dayanılmaz bir istek duyar..

Esasen Kavabata'nın en şeytani karakterlerinden biri; Chikako, bu kitabı bir hayli ilginç kılıyor. Kikuji ise roman boyunca kadınlar üzerinde saltanatını sürdürmekle beraber, zaman zaman yaptıklarının bedelini de ödüyor.

Kavabata için olay örgüsü bir araçtan öteye gitmiyor her halukârda.  Yine, Bin Beyaz Turna'nın en güzel tarafı; gizemli fısıltılar gibi etrafta dolaşan ruhlar, eşyanın karakterine dair anlatılanlar ve çay seremonilerinin etkileyici ayrıntıları diyebilirim.

Okuduğum dört kitabı; Karlar Ülkesi, Kiraz Çiçekleri, İzu'lu Dansöz ve Bin Beyaz Turna üzerinden söyleyebilirim ki Yasunari Kavabata, Japon Edebiyatı'nın iyi ve sağlam taşlarından. Aldığı ödülleri böyle gerçekten hakeden çok az yazar var.

22 Eylül 2012 Cumartesi

İZU DANSÖZÜ _ Yasunari Kavabata

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 1969
Sayfa Sayısı: 31

İzu Dansözü, ya da diğer adıyla İzo'lu Dansöz, Yasunari Kavabata'nın uzun bir hikayesi. Kiraz Çiçekleri'ni okurken yazarın diğer kitaplarını da edinmeye karar vermiştim. Sahaftan aldığım kırmızı kitabın içinde İzu'lu Dansöz'ü de görmek çok hoş bir tesadüf oldu benim için.

Yirmi yaşlarında bir delikanlı, İzu'ya doğru bir yolculuğa koyulmuştur. Konakladığı kaplıcalardan birinde gezgin çalgıcılarla karşılaşır. Yanlarında genç bir dansöz kız da vardır. Genç adam kızdan çok etkilenir ve yolun kalanına beraber devam ederler..

İzu'lu Dansöz'de Kavabata, yine çok büyük sözler etme kaygısı duymadan, sıradan insanların gündelik hayatına dair bir kesiti anlatıyor. Çalgıcı ailenin birbirleriyle ilişkileri ve onlarla bir şekilde tanışan genç adamın yakınlaşma çabalarıyla birkaç günlük bir yol arkadaşlığının öyküsü diyebiliriz.

Kesin son da dahil herşeyi bildiğini iddia eden yazarlar ne kadar iticiyse, Yasunari Kavabata  belirsizlikleriyle o ölçüde rahatlatıcı. Yavaş yavaş okuyucusunu saran yazınında irkiltici, huzursuz edici bir nokta bulmak olası görünmüyor.

21 Eylül 2012 Cuma

KİRAZ ÇİÇEKLERİ (Kyoto) _ Yasunari Kavabata

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 1969
Sayfa Sayısı: 191


Kavabata'dan ilk olarak Karlar Ülkesi'ni okumuştum. Romandaki muğlak ifadeler okurken zorlasa da Yasunari Kavabata kolay vazgeçeceğim bir yazar değildi benim için. Zîrâ belli belirsiz, birkaç kelime/cümleyle çiziliverilen tasvirleri, herşeyi apaçık göz önüne seren  anlatımlardan çok daha fazla severim. Ayrıca kalemindeki sükûnet, Kavabata ile yolumun uzamasına sebepti.

Kiraz Çiçekleri'ni, romanlar (ve oyunlar) konusunda paralel zevklere sahip olduğum bir blogger arkadaşımın, sevgili Eren'in yazısıyla farketmiş, güzel anlatımının da etkisiyle çok merak etmiştim. Kavabata okurken ikinci tercihim bu kitap oldu böylelikle.

Çieko, kumaş tüccarı olan babası Takiçiroo ve annesi Şigeyle, Kyoto şehrinde yaşayan genç bir kızdır. Kiraz çiçeklerinin açmaya başladığı mevsimde çocukluk arkadaşı Şiniçi'yle birlikte kentin park ve bahçelerinde dolaşırlar. Aralarında hafiften bir çekim de yok değildir.

Gezmeyi ve doğayı keşfetmeyi çok seven Çieko, gittiği bir dağ köyünde kendisine çok benzeyen bir kızla tanışır. Naeko isimli genç kız, bulunmuş bir çocuk olan Çieko'nun daha önce hiç görmediği ikizidir. Çieko'nun ailesi, Naeko'yu da kendi kızları gibi bağırlarına basmaya hazır olduklarını söylerler. Naeko ise böyle bir teklifi kabul etmeyecek kadar gururludur, kızkardeşini çok sevmesine rağmen ona karşı bile mesafesini korur.

Takiçiroo'nun aile dostlarından dokumacı Soouske'nin oğlu Hideo, Çieko'ya ilgi duymaktadır. Fakat kızdan beklediği karşılığı göremeyince, bir festivalde karşılaştığı Naeko'ya evlenme teklif eder. Bu esnada Şiniçi'nin ağabeyi, Çieko'nun babasına işlerinde yardımcı olmakta,yavaş yavaş aileye girmeye hazırlanmaktadır.

Esasen konusunu toparlamak zor, kitap boyunca önemli olan ne olup bittiği de değil zaten. Söze dökülmeyen konuşmalar, o güzelim kiraz çiçeklerinin süslediği bahçelerde dolaşmak, Kyoto'nun hiç bitmeyen festivalleri, kimono desenleri tasarlayan Takiçiroo'nun bunalımları, basit ve içten ev hayatı, dokuma atölyeleri v.b.. Roman, adeta içsel bir yolculuk gibi, sessiz, sakin, huzurlu.

Okurken sık sık durdum ve 'bu, işte tam istediğim gibi bir kitap' dedim kendi kendime. Kelimelerle tarifi olmayacak kadar çok beğendiğimi söylemeliyim. Fakat öyle nevi şahsına munhasır bir roman ki, mutlaka okuyun veya tavsiye ederim gibi cümleleri genele kurmak mümkün değil. Yazının ruhuyla benzer bir haliniz varsa sever, hareket ve macera kaygısındaysanız nefret edebilirsiniz.


3 Eylül 2012 Pazartesi

BAYAN BU ÇİÇEKLER SİZE _ Paul Gallico

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 1989
Sayfa Sayısı: 128

Önceki sahipleri bir kısmını yıkamayı uygun gördükleri için, yandaki fotoğrafta görülen dalgalı hale bürünmüş sevgili kitabım Bayan, Bu Çiçekler Size, hacim itibariyle bir lokmada bitiverecekmiş gibi görünse de çok güzel tatlar taşıyan bir roman.

Londra'da yaşayan gündelikçi Mrs. Harris, temizliğe gittiği evlerden birinde gördüğü Christian Dior elbiseden çok etkilenir. Ne pahasına olursa olsun böyle bir elbise almaya karar verir. Kumar oynar, akşam çayına varıncaya kadar herşeyinden keser, para biriktirir ve sonunda istediği miktara ulaşınca Paris'e gider. Dior modaevinin kapısından içeri adımını attığı andan elbisesine ulaşıncaya kadar geçen süre içinde envai çeşit acı-tatlı macera yaşayacak, evine döndüğünde bütün bunlardan kendine bir hayat dersi çıkaracaktır..

Bir yazarın ayrıntılara olan dikkati her zaman etkileyici bir unsur olmuştur benim için. Bu romanda da Paul Gallico'nun Dior kumaşları ve çiçekler üzerine yazdıkları basit bir gözlemden çok fazlasıydı. Fakat kitabı temelde güzel kılan şey, hiçbir şekilde kullanamayacağı halde, sırf sahip olmak isteğiyle çok pahalı bir 'elbise'ye ulaşmaya çalışan sıradan bir kadının tutkusunu incelikli ve derin bir şekilde anlatıyor oluşu. Elbette ki mühim olan elbise, Mrs. Harris yahut etrafındaki insanlar değil,yazarın  o tutkunun çetrefilli labirentini gözlerimizin önüne serişiydi. Ayrıca Mrs. Harris'in saf ve dolaysız konuşmalarıyla renklenen ve eğlendiren hikayede, bir peri masalı havası da yok değil.

Bu kısa roman, temel kurgusu itibariyle Gogol'un Palto'sunu anımsattı bana. O emek, çaba, ulaşılmak istenen bir 'meta'nın oluşu ve benzer bir son. Palto muhakkak ki çok daha karamsar bir öykü ama anlatılmak istenen şeyin aynı olduğunu düşünüyorum. 

Bayan, Bu Çiçekler Size öylesine hoşuma gitti, öylesine beğendim ki, Paul Gallico'nun Mrs. Harris'in diğer iki macerasını da içeren 40 adet kitabından yalnızca birkaç tanesinin Türkçe'de varolmasından esef duydum. Evet kadınsı, biraz safiyâne ve duygusal bir hikaye ama esasen çok sağlam bir altmetne sahip olduğunu düşünüyorum. Okurken zihnimde ara ara şimşeklerin çaktığını ve kendi hayatıma dair bilinçsizce geriye gönderdiğim, üzerine düşünmediğim bazı noktaların aydınlandığını farkettim. Bu açıdan ayrı bir itibar kazandı gözümde.

İyi bir hikaye üzerinden hayatın hücrelerini incelemekle ilgileniyorsanız, bu kitabı mutlaka bulup okuyun derim.
Ama şimdi arzuladığı şey sahip olma isteğiydi, kadınca ve fiziksel bir sahip olma isteği: elbise dolabında asılı durması, uzakta olduğunda bile onun orada olduğunu bilmek, döndüğünde kapıyı açmak ve onu orada bulmak, ona dokunmanın, onu görmenin ve ona sahip olmanın olağanüstülüğü. Yaşamı boyunca çektiği yoksulluk ve doğduğundan beri yaşadığı kendi sınıfına ait güçlükler, sanki bu olağanüstü kadınsı süs eşyasına sahip olmakla yokolacaktı. (sf 20)

2 Eylül 2012 Pazar

KARLAR ÜLKESİ _ Yasunari Kavabata

Yayın Evi: Cem Yayınevi
Basım Yılı:1993
Sayfa Sayısı: 144

Ünlü Japon yazar Yasunari Kavabata'nın nobel ödüllü romanı Karlar Ülkesi,bir kaplıca köyüne tatile giden Şimamura isimli evli bir adamla, orada aşık olduğu Komako adındaki geyşanın uzun bir hikaye denilebilecek ilişkisini anlatıyor. 
Adeta bir 'haiku' diye nitelendirilen roman, Japon kültürüne yakışır şekilde gayet sakin bir akışa sahip. Birkaç kelimeyle çizilen doğa tasvirleri ne denli etkileyiciyse, kitabın temelindeki ilişki bir o kadar anlaşılmaz ve karmaşık. Kimin neyi neden yaptığını anlamanız için bir hayli çaba sarfetmeniz gerekiyor. Bendeki basımın çevirmeni Nihal Yeğinobalı, kitabı İngilizce halinden aktardığı için bir miktar anlam kaybı olduğunu da zannediyorum. Açıkçası kitaptan tatmin edici bir sonuç alamadım. Ama olumsuz bir şey yazmaya kıyamayacağım kadar da hoş olduğunu söylemeliyim. Fırsat bulduğumda yeniden okumak niyetindeyim, belki göremediğim bazı noktaları keşfetmek mümkün olur.

1 Eylül 2012 Cumartesi

DELİ AŞK _ Peride Celâl

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 2002
Sayfa Sayısı: 276

Bir gece boyunca okuyup bitirdiğim kitabı kapadım ve Peride Celâl'in Deli Aşk'ın ilk bölümüyle ne büyük bir risk aldığını düşündüm:

Cem'in bölümü o kadar sevimsiz, iticiydi ki yarım kalmasından nefret etmesem çoktan bırakmış olurdum romanı. Sonra Elif'e döndü hikaye. Onun Paris-İstanbul arası gelgitlerini okumaya başlayınca taşlar yerine oturdu, kitap anlam kazanarak güzelleşti.

Annesinin ölümünden sonra eski bir İstanbul köşkünde babaannesi tarafından büyütülen Elif, üniversitedeyken bir gazeteciye aşık olur. Babasının karşı çıkmasına rağmen Cem'le evlenen genç kadın, ruhen kendisiyle taban tabana zıt bu adamı derin ve hastalıklı bir tutkuyla sevmektedir. İlk birkaç seneden sonra Cem'in çıkarcı tavırlarından bunalıp, sözlerine ve sevgisine inanmamaya başlayınca Paris'e giderek, babasının kendisi için aldığı küçük çatıkatına yerleşir. Etrafındakiler onu, 'Ne serbest kadın' diyerek yaftalarken, Elif'i gitgide daha fazla sararak ele geçiren aşkının acıları iki şehrin arasında savruldukça bir parça olsun dinmektedir..

İsmini okuduğunuzda ne anlıyorsanız onu, pek güzel şekilde ifade eden bir roman, Deli Aşk. Kontrol edilemeyen şiddetli bir tutkunun insanı nasıl yiyip bitirebileceğine dair anlattıkları bir yana, Elif'in Paris tasvirleri kitapta en hoşlandığım bölümler oldu.

Peride Celâl'in bir yazar olarak tarafını net bir şekilde ortaya koyduğunu da söylemeliyim. Cem'in gözünden Elif'i kabaca geçiştirdikten sonra kalemi eline alarak onun için öyle bir portre çiziyor ki, tüm yaşadıklarından sonra mutluluğu fazlasıyla hakettiğine inandırıyor okuyucusunu.

Kitabın bir yerinde sanki yazarın dalgınlığına gelmiş gibi tuhaf bir tekrar var. Bir akşamı iki defa farklı yerlerde, biraz değiştirilmiş cümlelerle anlatıyor. Dizgi hatası gibi değil, unutmuş ve o geceyi yeniden yazmış gibi. Yahut anlatanın Elif olduğunu düşünürsek kadının kafasındaki bulanıklığı mı ifade etmek istemiş bilemiyorum.

-ispiyon olabilir-
Romanın sonunu ise çok çabuk bağladığını düşünüyorum. Bu doğrultuda bir sonuç gerekliydi, herşey olduğu gibi kalamazdı evet ama son birkaç sayfa, daha doğrusu son kriz fazlasıyla zorlama gibiydi.
-ispiyon sonu-

Yazar hakkında derin bir malumât sahibi değilim, Deli Aşk henüz okuduğum ilk kitabı fakat, Üç Yirmidört Saat romanıyla birlikte popüler romanlar yazmaktan vazgeçip, derin ve düzgün edebiyata yöneldiğini biliyorum. Bir gün sırası gelirse, yeni döneminden itibaren yazdıklarını okumak isterim.

Sen... Sen... Sen... Paris'e ilk geldiğinde Fürstenberg Meydanı'na gitmiştik. Mor çiçekleri salkım salkım açmış Paulownia ağaçlarının altına oturmuştuk. 'Ne garip adı var bu ağaçların.' diye gülmüştün. Ötede, sıralardan birinde gencecik bir adam gitar çalıyordu. 'Beni ne diye buraya getirdin?' gibilerden sıkıntılı, şaşkın bakışını anımsıyorum. Avluyu çevreleyen balkonlu evleri pembeye boyayan, camlarını aynalaştırıp parlatan akşam güneşinin son ışınları içinde sana sokulmuştum. Monet, Renoir gibi izlenimci ressamların resimlerinden birini yaşadığımızı söylemek istiyordum. Öyle bir renkler, ışıklar cümbüşü içindeydik. Farkında değildin. Beraber olduğumuzun, seni sevdiğimin farkında olmadığın gibi. Geçenlerde telefonda, 'Sen olmadığın zaman boşluklara düşüyorum, rüyalarımdasın,' diyordun. Yalancı! Sonra gidip Sibel'e 'Bizim şair karıya şairane laflar ettim bugün..' dediğini yanınızdaymışım gibi biliyorum. Bütün bunlar!..Ben seni neden seviyorum? (sf 124)

Not: Bu kitapla birlikte gerçek Türk Edebiyatı'nı ne kadar çok sevdiğimi bir kere daha kuvvetle hissettim. Nihat Sami Banarlı'nın Türkçenin Sırları isimli harikulâde kitabında Fuzuli'nin Türkçe'ye dair beyitlerini okuduğumda ağladığımı hatırlıyorum. Kendi dilinin ustalıkla kullanımını görmek tarifi imkansız bir mutluluk veriyor insana...

31 Ağustos 2012 Cuma

DOKUZ DÜĞÜMLÜ İP _ John Dickson Carr

Yayınevi: Hayat Kitapları
Basım Yılı: 1963
Sayfa Sayısı: 155

John Dickson Carr hayatının bir döneminde büyücülük ile ilgilenmiş ve bu temayı kullanarak altı polisiye roman yazmış. Dokuz Düğümlü İp'in bunlardan biri olduğunu öğrenince merak edip okumak istedim.

Ted Stevens, Amerikan'ın küçük bir kasabası Crispen'de, karısıyla boş zamanlarını geçirdikleri sayfiye evine gitmektedir. Trende, çalıştığı yayınevinin verdiği Meşhur Cinayet Davaları Antolojisi'nin müsveddelerini okurken, kucağına 1800'lü yıllardan bir kadın katilin resmi düşer. Marie d'Aubrey adındaki bu kadın Ted'in karısına tıpatıp benzemektedir. 

Eve döndüğünde komşuları Despark Park malikanesinin sahibi Mark Despard ondan yardım ister. Babası Miles'ın zehirlenerek öldürüldüğünden şüphelendiğini ve cesedi mezardan çıkararak tanıdık bir doktora otopsi yaptıracağını söyleyen Mark, Ted ve birkaç dostunun yardımıyla mahzen-mezarlığı açtığında inanılmaz bir manzarayla karşılaşır: babasının cesedinin yerinde yeller esmektedir. Ağır beton bloklarla kapatılmış mezardaki ölü nasıl ve nereye kaybolmuş olabilir?

Polisiye konusunda fazlasıyla müşkülpesent biri olarak, Agatha Christie haricinde zevkime uygun pek fazla romana denk gelmediğimi söylemeliyim. Zira kan, dehşet, vahşet, sapıklık hiç ilgimi çekmiyor bu kitaplarda. Modern cinayet kitaplarından hatırı sayılır miktarda okuyup ümidi kestikten sonra Christie çağdaşlarının en meşhurlarından John Dickson Carr'ın iki kitabını okumuştum: İğne Deliği ve On Çay Fincanı. On Çay Fincanı fena değildi ama İğne Deliği fazlasıyla teknik bir polisiyeydi. Dokuz Düğümlü İp, bir hayalet romanı olarak nitelendirildiği için bir kere daha denemek istedim şansımı.

Carr, Christie'yle hemen hemen aynı dönemde yazmış olmasına karşın, onun kitaplarının üçü de daha eski bir çağa aitlermiş hissini verdi bana . Bunun sebebinin hiçbir zaman modası geçmeyecek bir şeye: insani ilişkiler ve derinliklere pek fazla yönelmemesi olduğunu düşünüyorum. John Dickson  daha çok mekan ve mekanik ayrıntılara girişiyor. 

Hâlâ okumak istediğim bir kitabı daha var yazarın: Viran Kule. Ama ne zaman elime geçer ne zaman okurum bilmiyorum, acele de etmiyorum.

30 Ağustos 2012 Perşembe

FRANKFURT YOLCUSU _ Agatha Christie

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: Eylül 2009
Sayfa Sayısı: 318

Agatha Christie romanlarından sevmediklerime denk geldiğimde de seviniyorum ki enteresandır. Aşırı sevgiden kör olup olmadığımı ölçmüş oluyorum böylece; tabii ki böyle bir durum yok, aynen gerçek hayatta olduğu gibi. :)

Sir Stafford Nye isimli bir İngiliz diplomat, Uzakdoğu'dan ülkesine dönerken Frankfurt havalimanında bir genç kadınla karşılaşır. Ondan üzerinde bulunan pelerini ve pasaportu isteyen kadın, peşinde bulunan kişileri atlatması gerektiğini söyler. Sir Stafford, bu tuhaf istek karşısında şaşırırsa da işin ardında heyecanlı bir macera olabileceğini sezerek bunu kabul eder. Genç kadına olan ilgisi bu kısa karşılaşmayla sınırlı kalmayacaktır.. 

Siyasi ve örgütsel bir karmaşanın, bir ütopyanın kitabı ve casuslarla dolu olan Frankurt Yolcusu, kesinlikle tarzım değil ama Agatha Christie'nin kitap için yazdığı önsözü çok beğendim. Nasıl yazdığını ve öykü fikirlerini nereden aldığını soranlara gayet esprili bir dille vermek istediği yanıtlardan, roman karakterlerinden ve kullandığı mekanlardan, kitaplarının çıkış noktalarından bahsediyor. Benim Adım Ölüm ismiyle elimde bulunan eski basımda bu kısım yoktu, büyük bir kayıp olduğunu düşünüyorum. Kitabın sonuna hayli enteresan 5-6 sayfalık bir kitap listesi eklemeyi tercih etmişler önsöz yerine.

Frankfurt Yolcusu'nun diğer kitaplarından çok farklı bir yapısı olduğunu ve onda yeni bir şey denemek istediğini Christie, kendisi de ifade ediyor. Görkemli bir polisiye kariyerinin ardından son kitaplarından birinde böyle bir şey denemesini heyecan verici bulmakla beraber başarıya ulaştığını söyleyemeyeceğim. Casus hikayelerine çok düşkünseniz yahut Christie kitaplarından eksiğiniz kalmaması için gayret sarfediyorsanız okunabilir.

29 Ağustos 2012 Çarşamba

SESSİZ TANIK _ Agatha Christie

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: Temmuz 2010
Sayfa Sayısı: 335

Hercule Poirot bu kitapta beni çok şaşırttı. Çünkü kendini gizlemekten hiç hoşlanmayan, dikkat çekici bıyığını sergileyerek daima göğsünü gere gere dedektif olduğunu söyleyen sevgili Hercule'müz, bu defa her gittiği yerde farklı bir kimliğe bürünüyordu. Ev arayan bir adam, biyografik kitap yazarı v.b.

Agatha Christie'nin, dostların en sadığı ve arkadaşların en değerlisi diyerek köpeği Peter'e ithaf ettiği bir kitap olan Sessiz Tanık, daha önce Ölüden Mektup Var adıyla yayınlanmıştı. İçerisinde Poirot ve Hastings olmasına karşın kişisel listemde alt sıralara yakın bir mevkide yer alıyordu. Gayet düzenli, derli toplu bir roman ama Christie'de okumayı sevdiğim ruhu bulamamıştım.

Poirot bir Haziran sabahı Miss Emily Arundell'den bir mektup alır. Yaşlı kadın, bir köpeğin topu olayından bahsetmekte ve kendisini öldürmeye çalıştıklarından şüphelendiğini söylemektedir. Poirot ve Hastings, kadının evinin bulunduğu Berkshire'a gittiklerinde onun ölmüş olduğunu öğrenirler. Daha önce geçirmiş olduğu sarılık rahatsızlığı nüksetmiş ve gayet olağan görünen bir ölüm gerçekleşmiştir. Poirot Miss Arundell'in son rahatsızlığından önce yeni bir vasiyetname yaparak, bütün malvarlığını yeğenleri yerine iki yıldır yanında çalışan Miss Lawson'a bıraktığını öğrenir. Durum tuhaf görünmektedir. Ünlü dedektif, ölmeden önce ondan yardım isteyen yaşlı kadının şüphelerini araştırmaya karar verir..

Kitabı bu defa sıkılmadan okuduğumu söyleyebilirim ama yine çok sevmedim. Charles ve Theresa'nın tasvirleri, Chelsea'deki ev enteresan, kuzeni Bella'nın genç kızı moda açısından taklidi komikti. Poirot'nun broşla ilgili marifetini de beğendim ama hepsi bu kadar.

Arthur Hastings'in kaleminden anlatılan Sessiz Tanık'ta Christie'nin diğer Poirot maceralarına da atıfta bulunuluyor. Hastings, Doğu'da bulunmakla böbürlenen dostunun, orada yalnızca birkaç hafta kadar kaldığını, sadece Suriye ve Irak'ı gördüğünü söylüyor. Poirot'nun Irak'ta geçirdiği zaman içerisinde çözdüğü olay Gece Gelen Ölüm kitabının konusunu teşkil ederken, dönüş yolculuğu için bindiği trende meşhur Doğu Ekspresinde Cinayet'i yaşıyor.

Sessiz Tanık'ın, Poirot'nun çözdüğü cinayetlerden dördünün katillerini sıralamasıyla henüz o kitapları okumamış okuyucular için bir parça tehlike de arzettiğini söylemeliyim. Sessiz Tanık'tan önce okumanız gereken bu  kitaplar: Roger Ackroyd Cinayeti, Ölüm Diken Üzerinde, Ölüm Sessiz Geldi ve Mavi Trenin Esrârı.

Bu arada, kitap hakkında iyi şeyler yazmamış olmama aldırmayın. Siz de Christie gibi köpekleri çok seviyorsanız, Sessiz Tanık bu açıdan çok hoşunuza gidebilir..